Tüm devlet biçimleri, endüstriyalizmin kölesidir. Endüstriyalizmin yıkım aşamasına geldiği...
Dilzar Dîlok
Önder Apo, Özgürlük Sosyolojisi adlı savunmalarında toplumsal sorunları tanımlarken insanlığın karşı karşıya olduğu en önemli sorunları ortaya koydu. İktidar ve devlet sorunu, ahlaki ve politika sorunu, zihniyet sorunları, ekonomik sorunlar, endüstriyalizm sorunu, ekolojik sorunlar diye sıralanan sorunlar tabi ki önem sırasına göre ele alınmış sorunlar olduğunu göstermektedir. Tersten ele alındığında, aslında kaynak okuması yapıldığında, ekolojik sorunun kaynağı ortaya çıkacaktır. Ekolojik sorunun kaynağı endüstriyalizm, onun kaynağı da ekonomidir. Ekonomik sorunun kaynağı zihniyet, onun kaynağı ahlaki ve politik sorun, onun da kaynağı devlet ve iktidardır. Dolayımsız olarak düşünüldüğünde şöyle söylenebilir. Ekolojik sorunlar, kaynağını iktidardan alır. Kapitalist modernite, kendini ulus devlet, kapitalizm ve endüstriyalizmle iktidar haline getirmektedir.
Sistemi doğru tanımlamak, sistem karşıtı olabilmenin ve onu aşabilmenin temel şartıdır. Sistemi kapitalizmle sınırlı görme yetersizliği, 20.yüzyılın büyük örneği olan bir mücadele gücünü anti kapitalist yaptığı oranda anti ulus devletçi yapamamış, özünde sistem karşıtı haline getirememiş ve nihayetinde sosyalist sistemin yıkılışıyla somutlaşmıştır. Sistemi ulus devletle sınırlı görme hatasının bedeli, yüzlerce yıllık mücadele güçlerinin başının ucunda milliyetçilik canavarının Demokles’in kılıcı gibi sallanması olarak hala yaşanmaktadır.
Kapitalist modernitenin üç unsuru olan kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus devlet, tüm uygulamalarda kendini soykırımlarla, katliamlarla, talanlarla gerçekleştirdi. Tabi ki insanların kafalarına, beyinlerine, yüreklerine, onurlarına darbelerle, baskı ve sindirmelerle, katliamlarla ve her türlü iktidar uygulamasıyla basa basa kendini oluşturan devlet, peşinden gittiği yöntemlerin kölesidir. Devletin temel yöntemi, peşinden gittiği kapitalizm ve endüstriyalizmdir.
Tüm devlet biçimleri, endüstriyalizmin kölesidir. Endüstriyalizmin yıkım aşamasına geldiği durumlarda alınan tedbirler, kanseri aspirinle tedavi etmeye çalışmaya benzer. Tüm ekolojik yıkımları gerçekleştiren, doğaya yaklaşımı F.Bacon’un direktifiyle koparıp alma, tecavüz etme şeklinde pratikleştiren ve işgal edilmemiş, tahribata uğratılmamış hiçbir doğa parçası bırakmayan iktidarların plastik poşetleri yasaklaması da buna benzemektedir. Nasıl ki, aspirinle kanser hastalığı tedavi edilemezse, plastik poşetlerin yasaklanmasıyla da ekolojik yıkımlar durdurulamaz. Ulus devletin öncüsü endüstriyalizm ve kapitalizmdir. Kâr kanunu denilerek, kâr söyleminin cazibesi ile kanun söyleminin baskısı altında buluşturulan ve bu iki ters metotla meşrulaştırılmaya çalışılan ve hala toplumun dimağında hırsızlıkla, namussuzlukla ve ahlak dışılıkla özdeşleşen kurallar, kanla icra edilmekte ve gerçek olmaktadır.
Endüstriyalizm ancak katliamla-soykırımla gerçekleşebilir. Hammadde ve ucuz işgücü temini amacıyla gerçekleşen işgal, talan, köleleştirme, sömürü ve katliamların neye mal olduğu az çok biliniyor. Uluslararası anlaşmalarda kabul edilen soykırım tanımında kaynakların kullanımına dair maddelerin olması da bu gerçeğe ikiyüzlüce dikkat çekmektedir. İnsanların köleleştirilmesinden daha büyük sömürü olabilir mi? Olamaz ve bu sömürü biçimi endüstriyalizm ve kapitalizmle gerçekleşmiştir. Üretim araçlarının el değiştirmesi sosyalizmi getirmeye yetmemiştir. üretim araçlarının kendilerindeki sorunlar görülememiş, endüstriyalizm çözümlenmemiştir.
Temeline işgal, sömürü, katliam yerleşen bir sistemin, kendi varlığını süreklileştirmesi bu olguları sürekli yaşatmasıyla mümkündür. Endüstriyalizmin öldürmeden, kan dökmeden, köle yaratmadan yaşayamaması tam da bundan kaynaklanmaktadır. Son bir yılda iş kazaları, ihmal, maden çökmesi, maden patlaması, trafik kazası benzeri gerekçelerle yaşanan can kayıplarının savaş bilançosunu kat be kat aşması, ulus devlet ve endüstriyalizmin can alma oranının hemen hemen aynı olduğunu gösteriyor. Çünkü her üçü de demokratik modernite güçlerinin düşmanlarıdır.
Devrimci, sol, sosyalist, demokrat ya da başka sıfatlarla ortaya çıkan mücadele odakları, düşman kavramını yeniden tanımlamalıdır. Endüstriyalizm, düşman olarak görülmekte midir? Patronlara karşı olmanın, patronları yaratan sistemi çözmeye ve aşmaya yetmediği bilinmekte midir? Patronları mümkün kılan, yaşatan ve üreten sistem olan endüstriyalizmi düşman olarak görmek ve aşmanın kıyasıya mücadelesini vermek ekolojik yaşamın temelidir. Bundan dolayı sistem karşısında mücadele etmenin koşulları kapitalizm kadar endüstriyalizm ve ulus devlete karşı olmak ve bunlar karşısında mücadele etmektir.
Tüm Ortadoğu’da hâkim ulusa mensup olan bireylerin ulus devletle sorunları yokmuş gibi yansıtılsa da gerçek öyle değildir. Endüstriyalizm gibi bir canavara yaşam zemini hazırlayan, onu koruyan kollayan, onu her koşulda savunan ve insanlara ona kulluğu ezberleten form ulus devlettir. Ulus devlet olgusuyla mücadele etmek için Kürt olma zorunluluğu yoktur. Terörist ya da bölücü olma fobisi Türkiye’de Kürtler dışındaki etnik yapıları, hatta kendilerini sistem karşıtı olarak tanımlayan güçleri devletçi-statükocu hatta daha uç pozisyonlara sürüklediği gerçektir. Buna karşı olmanın tek yolu, ulus devletin ulusun dışında sosyolojik bir tanım olduğunu, devletin ulusu olgusunun, ulusun tüm bireylerini kapitalist modernitenin birer kulu haline getirdiğini hatırdan çıkarmamak gerekir.
Gelişme, ilerleme, batılılaşma, kaynakların kârlı kullanımı, refah derken ulusun yaşam mekânı kapitalistlerin mülkiyetleri haline getirildi. Doğal kaynakların kullanımındaki sınırsızlık, hırsız, talancı, tecavüzcü kültürün yutup tüketmediği hiçbir değer ve kaynak kalmadı. Endüstriyalizmin kendini süreklileştirmek için yarattığı ulus devlet formu, toplumdaki tüm ahlaki öğeleri yıkarak gerçekleşebilir. Ahlaki değerler azaldıkça kâr, talan ve tekelcilik artar. Eğer bir ülkede yatırımlar artıyorsa, fabrikalar çoğalıyor ve endüstriyalizm yükseliyorsa o ülkede ahlaki değerler zayıflamış demektir. Yüzyılın sonunda kimi Kürdistanlılara söyletilen “Kürdistan’a yatırım yapılmıyor, çifte standart uygulanıyor!” minvalindeki söylemler ulus devletçi zihniyetin devletsiz toplumlarda dahi kendini yaşattığını gösteriyor. Kürdistan toplumsallığının ahlaki olarak endüstriyalizm karşısında zayıf da olsa direndiğine de işaret ediyor diyebiliriz. Çünkü, endüstriyalizmin ilk şartı doğa, insan ve toplum karşıtı olmaktır. Ahlaki ilkeler, toplumsal manevi değerler zayıflatılmadan endüstriyalizmin gelişmesi mümkün değildir. Yüzlerce insanın bir fabrikada, sözde işyerinde ya da bir madende katledilmesi, bugün hiçbir siyasetçiyi utandırmamaktadır. Oysa endüstriyalizm, özgür insan ve topluma karşı açılmış büyük savaştır. Kölelik koşullarındaki yatırımlar ancak kapitalizmi, yani sömürüyü büyütebilir.
Sömürünün yeni yüzyılla birlikte yeni bir hal aldığı aşikar. İnsanı, doğayı, tüm kaynakları sömüren egemenlikli sistem, azalan kaynaklardan dolayı giderek insan yaşamının her adımını, her ekonomik faaliyetini kendi sömürü sistemine bağlayarak varlığını sürdürmektedir. Bundan tüm insanlık, tüm canlılar yani tüm doğa zarar görmektedir.
Sömürgeciliğin bu uygulamaları ekolojik dengeyi alt üst etmekte, doğal yaşamın tüm yaşanabilir karakterini tahrip etmektedir. Bu uygulamaların en fazla zarar verdiği kesim, toprağa bağlı üreticilerdir. Zaten köy modernitesine büyük bir saldırı olan endüstriyalizm, köye dayalı tüm üretim ve yaşam tarzına saldırarak, tüm eylemlere endüstriyel müdahale yaparak kendi varlığını ayakta tutmakta ve süreklileştirmektedir. Türkiye, endüstriyalizmin en hızlı uygulayıcısı olmaktan dolayı toplumu en fazla mağdur eden ülkelerden biridir. Bin yıllardır toprağı ekip biçen, hayvanlarını otlatan ve onunla geçimini sağlayan toprağa bağlı üreticiler, bu çağda kendi tarihlerinin en büyük mağduriyetini yaşamaktadırlar. Dayandıkları temel toprak olmasına rağmen kendi el emeği ürünleri artık bilimin ve endüsriyalizmin ürünleri karşısında giderek değişim değerini yitirmektedir.
Daha doğrusu sorun, salt bölgesel değildir. Dünya gezegeni, kontrolsüz nüfus artışının büyük baskısı altındadır. Kontrolsüz savaşların olması, bilimin herşeyiyle iktidarların hizmetine girmesini getiriyor. Kontrolsüz nüfus artışı ve kontrolsüz savaş arasında sıkışan insanlığın yaşamı da kontrolsüzleştiği söylendiği oranda iktidarların kontrolüne girmektedir. Buna bağlı olarak kontrolden çıkan tüketim var ve insan sayısı milyarlar olan bir dünyada tüketim malzemelerinin oluşturulması, dünyanın taşını toprağını tüketmekten öte, giderek endüstriyalizmin iktidarını sağlamlaştıran bir durum oluyor.
2050 yılında 10 milyara ulaşacağı öngörülen insan nüfusunun tüketeceği gıda miktarı da tabi ki bugünkü tüketimin iki katına çıkacak. Gezegenin her bir zerresi, bu milyarları doyurmak için tüketilme kaderinden kurtulamayacaktır. Bunun sonucu olarak endüstriyal tohumlar artacak, hatta tümden hakimiyetini kuracak, genetiğiyle oynanmış hayvancılık zirve yapacak. Hiçbir doğal denge gözetilmeden sadece insanları doyurmak için üretilen hayvanların sayısı, türü, biçimi ve rengi de giderek daha az önemsenecek. Önemli olan tüketmek ve doyuma ulaşmak olacak. Bu kadar artan nüfus karşısında bunlardan ziyade bu insanların bir şekilde doyurulması tek amaç haline gelecek. Bu noktadan hareketle etyemezlik olarak bilinen vejeteryanlık ya da hayvanların insanlar tarafından kullanılmasına karşı çıkan veganlık da ve kapitalist modernitenin en temel ayağının endüstriyalizm olduğu gerçeğiyle endüsrtiyalizm karşısında mücadeleyi militanlık düzeyinde geliştirmediği müddetçe, salt kişisel vicdan rahatlığı yaratmakta, diğer deyişle kapitalist modernitenin yarattığı bireyci insan tipini büyütmektedir.
Doğal tarımın ve hayvancılığın arttırılması da sayısı milyarları aşan insanları doyurmaya yetmeyecek. Çünkü tarım ve hayvancılığın da hem iklime zararlı gazları üretmesi hem de toprağı tüketmesi, tükenişi durdurmayacak, hızlandıracak. Ürettiğini satamayan, doğal üretimin yasaklı konuma düştüğü bir ekonomik sistem kuruldu. çiftçilerin elindeki tohumlar yasaklı oldu, devlet patentli olan ve genleriyle oynanmış tohumların alımı ve ekiminin zorunlu kılındı. Patentli tohumların tabi ki gübre ve ilaçlarının da alınması zorunlu hale getirildi. Bundan dolayı devlet patentli tohum iktidarıyla birlikte kimyasal gübre ve ilaç sömürüsünü de geliştirdi.
Bugün bazı ülkeler, ekolojik tedbirler alma adına plastik poşet kullanımını yasaklayan kanunlar çıkarıyor. Tüketim kültürünün tüketilmediği çağımızda hiçbir ülkenin bu türden yasaklamaları, hiçbir tükenişi engellemeyecektir. Bir kullanım malzemesinin iki defa kullanılmasının ayıp hale getirildiği tüketim çılgınlığı çağında tüm yokoluşların önündeki ahlaki barajlar, endüstriyalizm başta olmak üzere iktidarın herşeyi hizmetine koyduğu büyük bir şiddetle kırılmıştır. Tek kullanımlık malzemelerin mantığı, giderek, ekonomisi bu malzemeleri üretmekten çok çok uzak olan alanlarda dahi kullanılmakta ve görünür kolaylığından dolayı tercih edilmektedir. Bunun bir boyutu endüstriyalizmin emek-insan olgusuna yaptığı saldırılarla alakalıdır.
Endüstriyalizmde insan, kendi emeğine yabancılaştırılıyor. Çünkü insanın bedeninin parçaları arasına endüstriyal araçlar giriyor. Daha fazla emek vermesine rağmen, insan kendi emeğine yabancılaşıyor. Çünkü yaratılanı kendi yaratımı olarak görmüyor, endüstriyel araçların yaratımı olarak görüyor. Kullan-at amaçlı üretilen malzemeler de tüm kullanıcılarda kullan-at mantığını geliştiriyor. Ürettiği bir malzemenin bin yıllar sonrasına kalacağını bilen bir üretici olarak çömlekçinin, kullandığı malzemeyle, kullanıcılar olan toplumla, nihayetinde kendisiyle ilişkisi doğal olarak gerçek bir insan tanımımı oluşturacaktır. Toplumsallığı, ahlakiliği, paylaşımcılığı kadir kıymet bilirliği tabi ki kayda değer olacaktır. Ancak bir defa kullanıp atılacak birşey üreten birinin yaşadığı duygudan aynı şekilde söz edemeyiz. Hatta böyle bir üreticinin kendini üretici olarak hissettiğini dahi söylemek zordur. Endüstriyalizm bu yanıyla da hiçbirşey hissetmeden, ancak insanın kendisini meta olarak hissedeceği bir sistem, bir kapitalist modernite süreksizidir diyebiliriz.
Nasıl ki bir insan çok fazla baskıya maruz kaldığında hastalanmakta, bir şekilde bu baskıları dışarı atmanın yöntemlerini bulmaktaysa, doğa da öyledir. İnsan bedeninde çıkan sivilceler küçük görünür ancak bazen büyük bir hastalığın habercisi olabilir. Buna tekabül eden örnekleri doğa için çoğaltabiliriz.
Gün içinde sapının büyüme yönüne bağlı olarak yönünü güneşe dönen ayçiçeği, küresel ısınmayla birlikte hangi yöne dönecektir? Endüstriyalizmin, çevre yıkımının giderek tahrip ettiği iklim dengesinin etkisinde kalan insanlık, yönünü nereye dönecektir?
Küresel ısınma nedeniyle sular yükselmekte, buna bağlı olarak da deniz kıyısına yakın ve rakımı yüksek olmayan birçok yer sular altında kalmaktadır. Yüksek dağlar memleketi ise bu felaket olasılıklarında dahi hayatta olacaktır. Önder Apo’ya “Kürdistan sömürgedir” sözünü söyleten de bu gerçeğin derin siyasal bilgisi kadar, ekolojik öngörüsüdür de.
Kuraklığın giderek artması ve su kaynaklarının tükenmesi karşısında alınan önlemler özünde su rezervlerini korumak için değil, sömürüyü uzun vadeye yaymak içindir.
Nükleer silah denemelerine paralel olarak gelişen depremler yıkımın habercisi değildir, kendisidir. Doğal değil, felaket değil, iktidarın icat ettiği felakettir.
Albert Einstein “arılar yeryüzünden yok olursa insanların 4 yıllık ömrü kalır” demiş. Kullanımı giderek artan kimyasal maddeler arıların ölümüne yol açıyor. Arılar ölüyor. Ve insanlığın-insanların ömrü de azalıyor. Ancak endüstriyalizmin iktidarı altında ahlaki yönünü yitiren insan arıya baktığında tüm evrenin, canlılığın, çoğalmanın ve simbiyotik ilişkilerin döngüsünü düşünmüyor. Köy modernitesiyle büyüyen ve doğanın dilini bilen insanlar, yabanarılarının çok görüldüğü sonbaharlarda, o kışın soğuk geçeceğini, çok kar yağacağını söylerdi. Öyle de olurdu. Ancak bugün aynı köy insanları, nafile yorumlar yapıyor. Çünkü binlerce yıla dayanan bilgiler artık gerçek olmuyor. Artık o bilgiler bir hayıflanmayla dile geliyor. Çünkü arılar geliyor, çok geliyor ama koca kış karsız geçiyor, ardından yaz mevsimine sarkan bir dengesiz yağış görülüyor. Zaten televizyondan da olsa arıları gören şehir insanı ise, eğer alım gücü varsa, bal yemeyi düşünüyor. “Arı biziz, bal bizdedir” diyor ozan. Ama bugünün insanı bunu söylemiyor, söyleyemiyor.
Türkiye’de AKP-MHP faşist iktidarının tüm icraatları sömürü, talan, katliam üçgeninde sürüyor. Yapılan her yenilik coğrafyanın maden, inşaat, enerji adı altında toplanan bir doğa katliamı şemsiyesinde toplanıyor. Türkiye kamuoyunun görmezden geldiği Afrin’de faşist AKP-MHP iktidarının yaptığı soykırım ve işgal sonrası tüm uygulamalar talan, çalıp çırpamadığını yakıp yıkmadır. Aynı uygulama örtülü bir şekilde Türkiye coğrafyasında hukuk kaidelerine daha uygun bir şekilde uygulanmaktadır. Zira sınırın ötesi berisi farketmemekte, devlet gerçeği varoluşu üzere kendini icra etmektedir.
İktidarın tüm kolları üreticileri sardığından, üreticiler ya sistemin ahtapot kolları içinde canvermek ya da teslim olup iktidarın bir dişlisi olmaya zorlanıyorlar. İktidarın tüm şehirleri, yerleşim yerlerini istila etmesi, kapitalist sistemin içine girdiği yeni kriz döneminde iktidarı doyurmamaktadır. İktidar, tüm evlere, tüm mutfaklara girerek kendi varlığını sürdürmenin çaresizliğindedir. Son süreçte Türkiye’de gündeme giren, kuru soğan üzerinden halka-üreticiye uygulanan terör, soğanın depolanmasıyla başlayan tüm tüketim malzemelerinin sermayenin denetimine verilmesi, iktidarın giderek mutfaklara daha fazla ve dolaysız gireceğinin küçük bir işareti olabilir. Ölümsüz hak aşığı Aşık Mahsuni Şerif’in büyük bir öngörüyle dile getirdiği “yiğit muhtaç olmuş, kuru soğana” sözü, mecazsız bir gerçek olmuştur.
Ne yapmalıyız?
Bunca yıkımı kendi ömrümüzden taştığı için seyretmekle yetinecek miyiz?
Anlamsız olmamakla birlikte, vejeteryan ya da yeşilci olmanın yeterli olacağı yanılgımızla avunmaya devam edecek miyiz?
Bugün iktidarın, savaşların, egemenlikli sistemlerin kontrolsüz ve ölçüsüz baskıları karşısında bu tarz duruşları eylem olarak adlandırmanın naif olmaktan öteye zayıflık olduğunu kabullenmeden ne yapabiliriz?
Ekolojik denge altüst olmuştur. Merkezi uygarlıkla mümkün olan bu altüst oluş karşısında öncelikli yapmamız gereken, bilimin iktidarın hizmetinden çıkarılmasıdır. Yani bilmek, ve bilgiyi, bilimi özgür toplum inşasında kullanmak, bir görev kutsallığında ele alınmalıdır. Toplumu sınıflaştıran her türlü edimden kaçınmak ve sınıflaştırmaya karşı olmak, doğaya özgür yaklaşımın da kökenidir.
Kürt halkı, tüm Kürdistan parçalarının ve Kürt toplumsallığının yaşandığı alanlarla birlikte demokratik ekolojik dönüşümler gerçekleştirmenin odak toplumu haline gelmiştir. Bunda, partimiz PKK önderliğiyle kendilerini özgürleştirmenin yolunu bulmuş olmanın, özgürlüğün, özgür yaşamın ve özgür toplumsallığın ancak ve ancak Önder Apo ideolojisiyle mümkün olacağı bilincine ulaşmanın etkisi belirleyicidir. Aynı zamanda tüm Ortadoğu toplumları da Kürtlerin kendilerindeki bu dinamizmin farkındadırlar. Kürtlerin Ortadoğu’da temel devrimsel-dönüştürücü güç rolü oynayacağının bilinci bu yüzyılın hakikatidir. Arap ve Türkiye halkları başta olmak üzere, tüm Ortadoğu’da Kürt öncülüğünün kabulü, tüm Ortadoğu halklarının ezilen-egemen ikileminden kurtulmanın da özgürlüksel adımını yaratmıştır.
Evren ve toplum doğasına en aykırı kurum olan devletin varlığı her haliyle ekolojik dengeyi sağlamanın engelidir. Ekolojik olan tüm eylemlerin, daha öncelikli olarak devlet dışı olması şarttır. Yüzyılın krizi, tüm doğa felaketlerinin kökenindeki iktidar devlet odaklılığıdır ve iktidar ve devlet odaklılık aşılmadıkça krizin aşılacağını beklemek yanılgıdır. Devlet dışı toplum olmak, kendi ekonomik sistemini yaratmak, kendi üretimini yapmak, üretim araçlarının kölesi haline gelmeden öz yeterlilik temelinde üretim araçlarını kullanmak özgür toplum olmanın temelidir. Ekolojik toplum olmak da bununla bağlantılıdır. Faşizmin ağır baskı koşulları altında yaşadıkça, kişisel duyarlılık ifade eden eylemlerin toplumsal bağlamda, ve aynı şekilde sistemsel bağlamda pek bir adı-anlamı yoktur.
Devrimsel mücadeleyle, öz savunmayla ve kendi sistemini inşanın çabalarıyla devlet dışı olabilmeyi, en büyük ekolojik devrim adım saymak gerekir. Bu anlamda Rojava Kürdistan’da yaşananlar büyük bir ekolojik eylemdir. Egemenlikli sistemin en büyük ekolojik yıkım olduğu gerçeği karşısında, Rojava Kürdistan halkının devlet dışı toplum olarak kendini örgütlemesi en büyük ekolojik eylemdir. Tabi ki özgür toplumsallığın inşası süreci bu anlamda bir başlangıçtır. Bu süreç kendisiyle beraber zorlukları, amatörlükleri, kısa vadeli denemeleri ve kendisi olmanın büyük bedellerini de gerekli kılacaktır. Zira kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayacak bir üretim sisteminin oluşturulması, sadece bir projelendirme işi değildir.
Kürdistan’da herşeyin anlamı, söylendiğinden büyük ve ağır tarihsel arkaplanlarla örülmektedir. Rojava kürdistan’da pamuğu ekip, ürünü toplatıp, toplanan ürünü Kürt şehirlerinin dışında işletilmesi, çırçır, iplik ve dokuma fabrikalarının tamamının Kürdistan dışındaki yerlerde inşa edilmesi, Kürdistan’da ekilen buğdayın hasat mevsimi toplanıp Kürdistan dışında ve sömürgeci devlet denetiminde işletilmesi ve ekmeğin nerdeyse kölelik koşullarında halka verilmesi, sömürgeciliğin derinleştirilmiş halidir. Kürt insanı için bu durum, ne kadar çalışsa, ne kadar çok üretse de kendisine yetmeyi başaramayacak bir geri toplumsallık, hatta toplumsallık olmayan bir köle kitle durumu yaratmaktadır. Bundan dolayı kendi ekimini yapmak kadar ürünü işleyerek kullanım değeri olan ürünlere dönüştürmenin de arayışları gelişmeli, büyümeli ve pratikleşmelidir. Buna paralel olarak savaşan ve kendini yaratan bir toplum olarak mütevazi yaşam koşullarının, emeğe dayalı yaşam anlamının oluşturulması gerekir. Aksi durumda dışa bağımlılık gelişir. Ekonomik olarak dışa bağımlılığı aşamayan toplumlar, ne kadar baskı-sömürü rejimlerinden kurtulmuş olsalar da özgür olamazlar.
Ne reel sosyalist uygulamaların devletçiliğine düşmek, ne de bu uygulamalardan kaçınmak ya da bürokrasi kurmama adına sistem kurmanın da uzağında durarak özgürleşeceğini sanmak doğru olur. Her ikisi de büyük yanılgılar barındırmaktadır. Hakim sistemlerin baskısından kurtulmak kadar, zihniyet devrimi yapmak ve ekonomiyi, üretim sistemini de buna göre yeniden oluşturmak gerekir. Yoksa devrimlerin maddi altyapıya kavuşturulmaması, uzun vadede başka hakim sistemlerin denetimine girmeyi getirir. 300 yıl Roma imparatorluğuna direnen yoksullar hareketinin devletleşmeye yöneldikten sonra yozlaşıp engizisyon sistemine kadar gitmesi tarihte sıkça örnek verilir. Ancak, tarih her zaman ezilenin özgürleşmeyi başarmadıkça egemen olacağı anlamına da gelmez. Tarih kimi zaman ezilenlerin özgürleşmeyi başarmadıkça elde ettiği kazanımları da kaybedeceğinin, köleleşeceğinin, hatta yokolacağının da bilgisini vermektedir.
Tüm bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur:
Ekolojik mücadele, tamamen bir devrim ve demokratik siyaset sorunudur. Bunlardan bağımsız bir ekolojik mücadele yürütmek, ne Kürdistan’da ne de Ortadoğu’da özgürlüksel sistemlerin kurulmasını sağlayabilir. Bundan dolayı Önder Apo’nun Özgür İnsan Savunmalarında belirttiği temelde kırsal köy alanlarında özgürlükçü komün hareketleri kurmak, yine kentlerde özgürlükçü yerel yönetim hareketleri kurmak, temel perspektif olmalıdır. Önder Apo Özgür İnsan Savunmalarında aynı konunun devamında şöyle demektedir:
“Halkı bir ağa, tarikat başı, muhtar ve korucu-bekçinin insafına bırakmak demokrasinin inkârıdır. Feodal mahalli güçlerle merkezî devletlerin yüzyıllarca halka dayattıkları bu tüm antidemokratik yönetim anlayışları, uygulamaları ve kurumlaşmaları aşılmadan, genel demokratikleşmenin de başarılmayacağı açıktır.
Kürdistan halkının demokratik çözüm projesi heyecan veriyor. Kürtler nasıl ilk Sümer sınıflı ve devletli toplum uygarlığının gelişmesinde ana (neolitik) kaynak rolünü oynayıp tarihe dev bir katkıda bulundularsa, günümüzde de aynı alanda, gelişmiş son ‘ABD vahşi uygarlık’ güçleriyle kendi öz demokrasi deneyimlerini ilişki ve çelişki içinde geliştirmeye çalışıyorlar. Yeni bir Helen sentezinde Ortadoğu'nun kimliğini dokuyorlar. ‘Kürt Teşisi’ dönecek ve Ortadoğu’yu demokratik uygarlık çağına ulaştıracaktır. Bize düşen, ‘Yeni Gılgamış ve İskenderlere’ kul olmadan, bu sefer uygarlığa halkların efendisiz katılımlarının umut kaynağı olabilmektir. Evrensel özellikleri bağrında taşıyan, ‘halkların demokratik ve ekolojik uygarlığının’ şafak vaktinde, aydınlığın ilk ışıklarını bu kez de ilk olarak çakabilmektir.”