Mutluluklar insanı acılara katlanılır kılmıyor, insandaki direnci arttırıyor....
Dilzar DÎLOK
İnsanlar mutsuz. Kapitalist sistemde insanlar çok mutsuz. Mutluluk toplumsal bir duygudur. Tekil olarak mutlu olan kişinin mutluluğu paylaşılmadığı, görülmediği, duyulmadığı müddetçe yok olur, giderek sıkıntıya dönüşür.
Üretim insanda yaratmanın getirdiği -tanrısallık da denilebilecek- bir duygu yaratır. Bu duygu yapay değildir, gerçek bir duygudur. Dünyaya ilk adım attığında bebek insanın anne göğsüne sarılması ve elini annesinin göğsüne bastırdığında süt gelmesi ile başlayan emekle tanışma, giderek çeşitlilenerek ve çoğalarak anlam kazanır. Kutsal gıda mefhumu anne sütü kadar yaşamsal bir anlamla insan hakikatinde yerini alır. Emeği ilk öğrenmenin kaynağı endüstri değil annedir. Ve çocuğun anne ile girdiği ilişkide öğrendiği yaratım, insandaki tanrısallığın ilk nüvelerini oluşturur, her üretimde yeni bir anlama kavuşarak yaşamın bütününü oluşturur. Bu durum, başka bir insanla kendi yaşamını var etmekten kaynaklı insan olmanın ilk öğrenmesidir. İlk mutluluktur.
Ciddi bir tehlike anında nasıl ki bedeninizin sizin tüm telkinlerinize rağmen bir salgı ürettiğini, ter yoluyla bunun görünüşleştiğini, aslında korktuğunuzu fark ederseniz. Mutluluk da böyledir.
Kapitalist modernite sınırlarındaki birey mutsuzdur. Umutsuz, hayalsiz, amaçsız, ütopyasız da diyebilir ve bu yoksunlukları arttırabiliriz. Hepsinden öte insanların üretimsiz olduklarından dolayı mutsuz olduklarını ortaya koymak gerekir.
Bir annenin erkek egemenlikli sistemin tüm saldırılarına rağmen yaşamasını, onun yarattığı çocuk yoluyla duyumsadığı tanrısal mutluluğa bağlayabiliriz. Çocukları için dile gelen ve bilinen sözle “siz olmasaydınız yaşayamazdım” sözünü çok fazla anneden duymuş olmak tesadüf olamaz. Üretimin insanda yarattığı duygu, bir yaratımda bulunarak evrensel varoluşa katıldığı yönündedir.
Mutluluklar insanı acılara katlanılır kılmıyor, insandaki direnci arttırıyor. Bir çiftçinin tüm yorulmalarına, azla yetinmek zorunda oluşuna ve sistem saldırılarına rağmen hayvanlarıyla yaşamakta ısrar edebilme gücünü, yaptığı üretimden duyduğu hazza, üretimle birlikte oluşan mutluluğa bağlamak yanlış olmaz. Çocuklar dahi kumdan küçük taşlardan evler yaparak mutlu olmayı öğrenirler. Bir daha yapmanın azmini öğrenirler yıkılan evleri karşısında. Asıl olan yapmayı öğrenmek, yaratmayı başarmaktır.
Şartlanmışçasına tüketimden kopamayan insanların üretimsizliği insanları mutsuzlaştırmakta ve mutsuzluk yaşamın bir olağanı haline gelmekte. Binlerce yıl neolitik tarım kültürüyle yaşayan insanların bu yaşamı rutin bulmaması, o yaşamın içindeki renkliliğe, çeşitliliğe ve üretimle oluşan mutluluğa kanıt olabilir. Bugün ise insanların kiminde aynı şeyleri yapıyor olsa da genelde her gün, her an yeni bir şeyler denemesine rağmen rutinlik hissiyatından kendini kurtaramaması kapitalizmle endüstriyalizmin birleşerek insanda yarattıkları “hiçbir işe yaramama” ve giderek araçsallaşma halidir.
İnsanları topraktan, kırsal yaşamdan ve üretimden koparıp şehirlere, topraksızlığa, betonlara mahkûm ettikten sonra sanal ortamda çiftlik kurdurmak da sistemin sömürgeciliği süreklileştirmesinin bir yöntemidir. Aynı zamanda insanlar üzerinde uygulanan modern köleliğin bir göstergesi oluyor.
Tüketim çılgınlığı artarak sürüyor. İnsanların eskiden birkaç kilogram tuz ya da birkaç metre bez için uzak memleketlere gitmesi zorluklarıyla birlikte bir ihtiyacı gidermenin, o ihtiyacı gidermeye çalışırken verilen emeğin, aşılan yolların ve zorlukların bir ürünü oluyordu. Her bir ter damlası bir mutluluğa vesile oluyordu. Her bir ter damlası mutluluk ağacını sulayan bir ırmak oluyordu. Mutlu olmak için eziyet çekmez zorunda değiliz tabi. Ama emek vererek ve bilinçle bir şeylere ulaşmak da insan olmanın bir gereği. Bugünse AVM adı altında geliştirilen mekânlar insanların iyi yaşama, yoksun olmama ya da giderek daha fazlasını edinme duygusunu tatmin etmenin müthiş özel savaş mekânları oluyor. Bir beton yığınının içine girip tüm yaşamsal ihtiyaçları edinmenin insana kazandırdığı hiçbir yanı, hiçbir anlamı ve zevk veren tarafı yoktur. Karanlığa kapatılan, verilen ani ışıkla yemlere koşturulan ve ardından yumurtlattırılan tavukların yetiştirildiği çiftliklere benzetilen endüstriyalizm kıskacındaki şehirlerdeki yaşamın kabul edilecek hiçbir tarafı yoktur. Tüm insanlar endüstriyalizmin kapitalizmle ortaklığında suni tavuklaştırılmaktadır. Buna paralel, kadınlar üzerindeki kölelik derinleştirilerek içselleştirilirken erkeklerdeki egemenlik katliamla zirveye çıkarılmaktadır.
Anlık zevklerin artması ve anlara sıkıştırılarak tüketime odaklanan zevklerin mutluluğa dönüşmemesi bunu izah edebilir. Bir anlık zevk oluşur, an tamamlanınca zevk biter ve yeni bir zevk için yeni bir an gerekir. Bu da yeni bir tüketimi şart kılar. Böylece sürekli tüketmek, sürekli zevk yaratmanın şartına yerleşir. Mutluluk yaratmayan zevkler insanın kendi içinde bir canavarı doyurmaya çalışmasına benzer. Salt tüketmenin mutlulukla organik karşıtlığı bilinmeden boş bir uğraş içine girilir. Ama insanlığını, ahlaki ve politik toplumu oluşturmakla kazanan insan gerçeği bu uğraşı nafile bir döngüye dönüştürür.
Bilim dinden de öte salt bir tapını haline gelmişse, yaşamın günlük literatürü öz yitimine uğramış ve toplum iradesi diyebileceğimiz karar verebilme yetisi ortadan kaldırılarak yerine devletçi yasalar konmuşsa, egemen sistem kendini garantiye almış demektir. Giderek genişleyen ve nerede duracağı bilinmeyen bir endüstriyalizm çılgınlığının esaretindedir insanlık. Her gün yeni ihtiyaçlar yaratılıyor ve insanlar ihtiyaçlarını karşılamak için araç sahibi olmaya çalışarak yaşamını dolduruyor. Yaşamın tamamı ihtiyaçları karşılayacak araçların teminine, bakımına, korunmasına ve kullanımına hasrediliyor. Araçların kölesi olmak böyle gerçekleşiyor. Sadece cep telefonuyla konuşurken trafik kazasında ölmüş olmak ya da internet başında can vermek, araçların kölesi olmanın göstergesi değil de nedir? Giderek çoğalan, çarpışan ve insanları öldüren arabalar da buna örnektir. Tüm ömrünü bu araçların teminine hasreden ve iyi araçların sahibi olma onuruna! erişmiş bir insan olarak ölmek de buna örnektir. İnsanın endüstriyalizmle ilişkisi sorgulanmadığı müddetçe tüm araçlarla ilişkiler bir katil-maktul ilişkisi olarak sürmeye devam edecektir. Bunu anlamak için mutlaka robotların insanları öldürmesini ve Hawking’in kehanetinin doğrulanmasını beklemeye gerek yoktur.
Yaşananlar ve ortaya çıkan mutsuzluk insanın hakikatidir. Kendi gerçeğine göre yaşamayan insan mutsuz olur. Mutsuzluk hakikat yitimiyle oluşur. İnsan gerçeği tam da böyledir. Kendi hakikatine göre yaşayamayan insan mutsuzdur. Üretmemesine ve sürekli tüketmesine rağmen mutluluk varsa orada insanlıktan uzaklaşmadan söz edilebilir. Mutsuzlukların ve özünü toplumsal sorunlardan alan hastalıkların kaynağını bulmak için diplomalı insan doktorlarına da gerek yoktur. Ahlaki ve politik yaşamını koruyabilen bir toplum, kendi insanının doktorudur. O doktor insana üretmeyi, emek vermeyi, topraktan kopmamayı öğütlemekte ve özgür insan olmanın emekten geçtiğini söylemektedir