Muzaffer AYATA
Türkiye’deki darbeler sürecini ele aldığımızda göreceğiz ki aslında Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğundan beri askeri bir devlet olarak şekillendi. Bunu bu şekilde değerlendirmek yanlış olmaz. Devletin kurucuları yani Cumhuriyeti ilan edenler Mustafa Kemal önderliğindeki askeri personellerdi. Meclis kurulmuştu ama bildiğimiz anlamda örgütlü, farklı partileri, farklı sınıfları temsil eden öncüler mevcut değillerdi. Daha çok Mustafa Kemal’in organizatörlüğünde işlerin yürütülmesini sağlamak böyle bir meclise ihtiyaç duyulmuştur. Bunun üzerinden Ankara’ya gelmiş ve meclis kurulmuştur. 1. Meclis biraz daha renkli ve biraz daha tartışmalı bir meclistir. Tabi Lozan Antlaşması’nın imzalanması sonrası meclis fes ediliyor ve bu bağlamda 1924 Anayasası ile de Kürtlerin varlığı inkar ediliyor. Bugün kemikleşen devlet düzeni yani ‘tek millet, tek devlet, tek dil’ anlayışı o dönemde formüle edilmiştir. Dolayısıyla son derece bilinçli bir şekilde sınıf mücadelesini inkar eden, devleti kutsallaştıran, toplumsal hayatı bir bütün olarak toplu hareket eden bir şekle büründüren bir devlet söz konusudur. Mustafa Kemal’in kafasındaki devlet böyle bir devlettir. Hilafeti canlandıramıyor, dağılmış olan İmparatorluğu toparlayamıyor ve bunun üzerinden Batı kapitalizmini de model alarak son derece merkezi örgütlenmiş bir devlet tasarımlıyor.
İttihat Terakki döneminde de darbeler gerçekleşmiştir, örneğin Teşkilat – ı Mahsusa var. Zaten o gelenekten gelenler yani İttihatçıların büyük bir çoğunluğu Cumhuriyet rejimi içerisine yediriliyor. Mustafa Kemal bunlarla uzlaşarak devlet yönetimini eline alıyor. Askeri darbeler devletin olağan olarak ve normal bir şekilde yönetildiği dönemlerde gündeme gelmez, buna gerek yoktur. Zaten ordunun denetiminde oluşan bir devlet ve bununla yönetilen bir toplum söz konusudur. Bu durumun kendisi zaten bir darbedir. Tabi askerin ön plana çıkmadığı, tankların sokaklarda yürümediği, süngülerin halka çevrilmediği örtük bir yönetim zamanıdır. Ne zamanki toplumda sosyal değişimler, siyasal talepler, hak arayışları, muhalefet, hareketlilik yaşanmaya başlanırsa ve alışılagelen tarz ile yönetemezlerse o zaman normalin dışındaki yöntemlere başvururlar. Aslında normal dışı denilen durum da Türkiye’de normalleşen bir durumdur. O da bir geleneğe dönüşmüştür. Bunu da herkes bilmekte ve kabul etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti döneminde bilinen ve hedeflerine ulaşan birçok darbe vardır. Bilindiği gibi 1960 Darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül Darbesi, 1997 Muhtırası gibi birçok darbe ve darbe girişimi oldu.
Darbe ve Baskılarla Toplum Felçli Hale Getirildi
Türkiye’de gerçekleşen darbeler iyi analiz edilirse aynı zamanda dış destekleri ya da içe geçen dış odaklarla nasıl ortaklaştığı görülür. Normal şartlarda herhangi bir devlet ya da Türkiye gibi bir devlet bir darbe gerçekleştirip hemen üstüne oturamaz. Türkiye Cumhuriyeti bunu yapabilecek bir ülke değildir. Özellikle NATO’ya girdikten sonra artık kaderini Batı sistemine bağlamış, o sistemin bir parçası, bir halkası, bir devamıdır. En belirgin darbe 1960 Darbesidir. Adnan Menderes o dönemde asıldı. Aslında bu biraz bir rövanş gibidir. Çünkü Adnan Menderes onların tek partili sisteminden iktidarı devralmıştı. Bu şekilde kapitalizmin daha fazla gelişmesine yol açıyorlar. Ordu kapitalizme karşı olduğundan değil, Türkiye’de daha demokratik bir sistemi savunduğundan da değil devletin iplerini kendi elinde tutmak için bu darbeleri gerçekleştiriyor. 1960 Darbesi yapıldığında Türkiye Cumhuriyeti NATO’nun ya da Batı dünyasının muhalefeti ile karşılaşmıyor. Yeni bir anayasa yapılıyor. Bu anayasada Türkiye’de sendikal çalışmaların önü bir nebze açılmış olsa da nihayetinde ordunun yönlendirmesindedir. Uzun vadede devletin egemenliğini sarsmayacak bir planlamadır. Devlet hakimiyeti en önemli unsurdur. Devlet sokağa hakim olmalı, otorite olmalı, toplumu belirlediği çizgiye çekmeli ve muhalefet belirlenen çizgiyi geçmeyecektir. Böylece toplum dizayn edilecek, iğdiş edilip zapt û rapt altına alınacaktır. Bu darbeler dış ülkelere karşı, düşmanlara karşı yapılmıyor. Esasında içeriye dönük olarak gerçekleştirilen darbelerdir. İçerideki Kürtler, İslami çevreler ve sol hareketler düşman kategorisinde ele alınıyor. Devleti kuranlar ya da yönetenler iktidarın bu çevrelerin eline geçmemesi ve güçlenmemesi için bütün yasal, anayasal, istihbarı, askeri ve bürokratik tedbirlerini almışlardır. Ne zamanki bu kalıplar aşılır ya da muhalefet canlanıp güçlenirse baskı, tutuklama, propaganda ve yasal yollar yetersiz kalırsa devletin yasadışı güçleri ya da derin devlet dedikleri, çekirdeğinde ordunun olduğu yapılanma harekete geçer.
NATO Sosyalizmin Önünü Kesmek İçin Yeşil Kuşak Projesini Oluşturdu
Darbeler çarpık, güdük, içe büzülmüş, iç dinamikleri yani öz dinamikleri özgürce gelişmemiş, hep budanan, geriye itilen bir muhalefet, bir toplumsal yapı ortaya çıkartmıştır. Ordu bu kadar müdahale etmezse, bu darbeler gerçekleştirilmezse muhalefet, sosyal ve siyasal gelişmeler kendi akışında, mecrasında ilerler. İnişli – çıkışlı mücadele olur, çatışmalar gerçekleşir ama toplumsal güçler kendi içinde bir dengeyi oluştururlar. Daha sağlıklı, birbirini baskılamadan, yasaklamadan, yok etmeden anayasalarını, yasalarını ona göre yaparak, sınıf mücadelesinin biraz daha sağlıklı yürüdüğü, toplumun bu kadar baskılanmadığı, demokratik bir zemin oluşur. Bu olmadığında darbelerle Kürtler hep inkar edilecek, baskı altında tutulacak, komünistler takip edilecek, illegal ve yasak kabul edilecekler. Ekonomik olarak, psikolojik olarak çökertilecekler, ideolojik olarak mahkum edilecekler, dışlanacaklar, kötülenecekler, karalanacaklar. Bunun sonucunda toplum kendisini bu kesimden koruma içgüdüsünü yaşayacak, bu kesimleri bir tehlike olarak görecektir. Zaten ‘Kürtler devleti bölecekler, kutsal ve büyük devlet zarara uğrayacak’ algısı yaratılarak toplumsal ayrışmaların zemini yaratılmıştır. Devlet bir toplumsal örgütleme olmak yerine toplum üstü, toplumun ona hizmet ettiği, ona taptığı, hikmetinden sual etmediği bir varlığa dönüşmüştür. Gerçekler saptırılarak, ters – yüz edilerek bir siyasal – sosyal ortam yaratılmıştır. Bu kırılmalar, baskılar, altüst oluşlar, savrulmalar sağlıklı düşünmeyi, sağlıklı örgütlenmeyi engellemiştir. Aslında böylece toplum felçli hale getirilmiştir.
Çok ilginçtir Türkiye her zaman ordusu ile övünür; ‘kahraman Mehmetçik, yenilmez Mehmetçik!’ Dünyada hiçbir halk kendi askerinden, ordusundan bu kadar korkmaz. Asker geliyor denildiğinde bütün partiler, bütün politik oluşumlar adeta dumura uğrar. Bütün darbeleri göz önünde bulundurursak göreceğiz ki hiçbir yasadışı duruma, zorbalığa karşı güçlü bir muhalif duruş ve örgütlenme yoktur. Ayaklanma yoktur. Ordu düdüğü çaldığı anda herkes ortadan kaybolur. Eve kapanıp kapıları kilitler. Sokağa çıkma yasağına, cuntacıların talimatlarına harfiyen rivayet edilir. Adnan Menderes de dahil herkes olağan bir durum yaşanıyormuş gibi mahkemelere çıkmışlardır. Uslu çocuklar gibi davranmışlardır. Yaşananlar karşısında tek bir tutum bile alınmamıştır. Kendilerini alaşağı edenlere karşı dik bir duruş sergilenmemiştir.
Bizlerin birebir tanık olduğu, yaşadığı darbe 12 Eylül Askeri Darbesiydi. Türkiye o dönem oldukça canlıydı. Kürdistan’da devrimci hareketlerin ortaya çıktığı, Türkiye’de çok sayıda sol örgütlerin oluştuğu, işçi sınıfının canlı olduğu, DİSK gibi etkili sendikaların boy verdiği bir dönemdir. Kapitalizmin gelişmesiyle şehir nüfusunun arttığı, sanayinin geliştiği yani sosyal yapıda ciddi değişimlerin olduğu, dinamiklerin ortaya çıktığı ve yansımalarının yaşandığı bir süreçtir. ’68 Gençlik devrim hareketleriyle, 12 Mart’a karşı direnişleri ve 1974 affı ile ortam canlılık kazandı. Devrimci sol hareketler tam baskılanıp ezdirilememiştir. Marksist klasik hareketler, Filistin direnişi, Küba devrimi, Vietnam direnişi Türkiye’deki gençlik hareketlerini, devrimci hareketleri etkiledi. Sovyetler canlıydı, güçlüydü. Dünya siyasetinde bir tarafı temsil ediyordu. İşte bu koşullarda NATO özellikle sosyalizmin ve Sovyetlerin önünü de kesmek istiyordu. Yeşil kuşak projesini oluşturdu. İslam ülkelerinde dini geliştirerek sosyalizmin önünü kesmek istiyordu. Afganistan’da Sovyet müdahalesi oldu, Muhammed Necibullah Ahmedzai iktidara geldi. 1979 sonunda Humeyni İran’da iktidarı ele geçirdi, Şah devrildi. Bu süre içerisinde de Türkiye’de devrimci hareketler güçlendi. Devlet, kontrgerillanın sivil kolu olan MHP eliyle üniversitelerde devrimci gençlik hareketini parçalayıp çatıştırıp yozlaştırsa da bu girişimlerle mücadeleyi durduramadı. Sovyetlere karşı, dünyadaki sosyalist gelişmelere karşı, Ortadoğu’yu elinde tutmak, İsrail’i korumak, Türkiye’deki sınıf hareketlerini, devrimci çıkışları boğmak, egemen sınıfı iktidarda tutmak için NATO – Gladiyo 12 Eylül Darbesini hem organize etti hem destekledi hem de içinde yer aldı. Zaten dönemin ABD başkanı bu durumun kendisine rapor edilmesinden sonra bunu dile getirip; ‘bizim çocuklar yaptı’ diyor. Darbecilerin kendi çizgisinde, kendi çıkarları doğrultusunda olduklarını ifade ediyorlar.
Diyarbakır Zindanı Aslında Bir Soykırım Projesiydi
Özal o dönemde 24 Ocak kararlarını açıklamıştı. 24 Ocak kararları normal şartlarda uygulanabilecek kararlar değillerdi. Bunun için toplumsal dinamiklerin ezdirilmesi, sendikaların ve işçilerin direniş odaklarının ortadan kaldırılması gerekirdi. Böylece ekonomik krizin faturası emekçilere, yoksullara, halka çıkartılacaktı. Darbeden sonra da 24 Ocak kararları uygulandı. Ekonominin başına Özal getirildi. Hem sınıfsal hem siyasal çıkarlar hem ekonomik sıkışma hem de Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler darbenin iç ve dış dinamiklerini oluşturdu. NATO ve ABD tarafından darbe organize edilip desteklendi.
Darbenin ilk hedefi kesinlikle Kürtlerdi. 12 Eylül Darbesinin temel amaçlarından birisi Kürt Özgürlük Hareketinin bastırılmasıydı. Kürtler içerisinde çıkan Kürt örgütlerinin tasfiyesiydi. O dönemde çok sayıda Kürt örgütü de kurulmuştu. Bu örgütler içerisinde en dinamik, en aktif ve gelecek vadeden PKK’idi. Bu yüzden de PKK esas hedefleri oldu. 12 Eylül sürecinde Diyarbakır zindanı PKK öncü kadrolarının toplandığı en önemli merkezlerden birisiydi. Burası kolordu komutanlığının bulunduğu merkezdi. Diyarbakır yargılamaları aslında çok bilinen, duyulan yargılamalardır. Darbe ile bunu bastırmak, geri plana çekmek istedi. Daha çok işkenceler, zulüm, ölüm, cenazeler ile dünya kamuoyuna yansıdı. Kürtler ve PKK Türkiye Cumhuriyeti’nin en çirkin, kirli ve kanlı yüzünü deşifre etti. Yaşananları bütün dünyaya duyurabildiler. Bunu başardılar. Cunta uzun yıllar bu gerçeği inkar edip kapalı kutular içinde tutmaya çalıştı. Ama sonunda dünyanın en meşhur, en vahşi on cezaevinden biri olarak tarihe geçti. Batı dünyası da bunu bu şekilde kabul etti. Bu hem sınırsız bir direnişle hem de Önder Apo’nun çalışmalarıyla, yurtdışında Kürt Özgürlük Hareketi’nin örgütlenmesiyle, basın ve yayın organlarını kurmasıyla deşifre edildi. Yaşananlar tüm Kürdistan halkına ve dünyaya duyuruldu. Diyarbakır zindanında gerçekleştirilen operasyonlar aslında bir soykırım projesiydi. Bu proje de uygulandı. Neden soykırım diyoruz? Çünkü bir halk tümden yok edilmek istendi. Türkiye’nin hedefi Kürt halkını tarihten silmekti. Diyarbakır’ı sadece sosyalistler, komünistler, Kürtler yaşıyor diye hedeflemediler. Kürtler bir daha örgütlenemesin bir daha varlıkları söz konusu olmasın diye çaba gösterdiler. Bunun için de Kürtleri beton altına koymak, mezara gömmek istediler. Ağrı Dağı İsyanı bastırıldığında Millet Gazetesi ‘Kürdistan muhayyelesin burada meftundur’ diye karikatür yayınlıyor. Yani ‘Kürdistan’ın hayali bile burada gömülüdür’ diyor. Kürtlerin bir Kürdistan hayali kurmasına bile izin yok. Aynı şey Diyarbakır zindanında yapılmak istendi.
Kürdistan hayali, Kürdistan için yola çıkanlar, düşünenler, varolanlar dört duvar arasında betona gömülmek istendi. Tabi bunu başaramadılar. PKK öncülüğünde, Önder Apo’nun kişiliğinde, ruhunda, zihniyetinde birleşenler bir araya gelenler bunu Diyarbakır zindanında yaşama geçirdiler. Kemal, Mazlum, Hayri, Ferhat Kurtaylar öncülüğünde insanüstü bir azim, irade sergilendi. Dünyadan tecrit edilmiş, kuşatılmış, bütün umutlar karartılmış, toplum teslim alınmış, bütün güç aygıtları, basın devletin ellerindedir. Korkunç bir güç dengesizliği bulunmaktadır. Bu büyük tarihsel dengesizlik, kuşatılmışlık, boğma operasyonu içerisinde işte Kürt halkına, PKK’ye nefes aldırma, yaşam kapısı aralamaya, biraz oksijen olmaya çalışan görkemli direnişler var. Mazlum’un eylemi, Dörtler, Büyük Ölüm Orucu, Kürdistan tarihinde ender görülen bilinçli adanmışlıklardır, fedakarlıklardır. Örnekleri ortaya çıktı. Sonunda şu kanıtlandı; Türkiye öldürebilir, işkence yapabilir, imha edebilir ama ruhunu, düşüncesini kıramaz, teslim alamaz, zapt edemez. O dört duvar arasında Kürtler, PKK’nin öncü kadroları zapt edilmezliğin destanını yazdılar. Devletin gücü ne olursa olsun, kötülüğü hangi seviyede olursa olsun, acımasızlığı ne kadar olursa olsun iradeyi, amacı, ruhu kıramaz, teslim alamaz. En sonunda kendileri pes ettiler. İşkenceleri de, itirafçılıkları da durduruldu, püskürtüldü. O koşullarda Kürdistan’da bir siyasi boşluğun yaşanmasına izin verilmedi.
Bu görkemli direnişleri ortaya koyarken kadınları da unutmamak lazım. Belki erkeklerin sayısı çok fazlaydı; Diyarbakır zindanında binleri bulan siyasi tutsak vardı. Kadınların sayısı azdı. Tüm kadınlar bir koğuşta toplanmıştı. Erkeklere yapılan tüm vahşet ve işkence onlara da yapıldı. Diyarbakır zindanında kadınlar Sakine Cansız öncülüğünde aynı ruhla, aynı feraset ve irade ile direndiler. Bu direniş ile kadınlar artık Kürdistan’ın, Kürt halkının zayıf tarafı olarak kullanılamaz hale geldi. Tersine direnen, irade sahibi olan, düşmana boyun eğmeyen, düşmanın yaratmak istediği süreci ters çeviren bir kadın militan kişiliği, Kürdistanlı kadın örneği açığa çıkartıldı. Bu da Kürdistan devriminin en büyük kazanımlarından biri olarak tarihe geçti.
Aslında Diyarbakır zindanını çok işledik ve bu konuda kitaplar da yazdık. İnanılmaz bir durum. İnsanın hafızasının almayacağı şeyler çok uçlarda seyretti. Uzun yıllar aynı ortamda yaşadık. Çok engin derinliklere, insan emeklerine tanık olduk. İşte Şahin Dönmez gibi hainler de çıktı. Ama Kürdistan’ın çok değerli, örnek davranışlar sergileyen yurtseverlerini de gördük. PKK kadrosu değillerdi, PKK sempatizanıydılar, çalışıyorlardı, işçiydiler, köylüydüler, aileydiler, çocukları vardı. Tüm bunlarla birlikte çok görkemli direnişler sergilediler. Güçlü kişiliklerin her şart altında kendilerini var edebileceklerini, öncüleri ile birleşebileceklerini, tarihin akışını değiştirebileceklerini gördük. Buna tanık olduk. Mesela Bişar Akbaş arkadaş vardı. Ceylanpınar’da öğretmendi. 1991 yılından sonra tahliye oldu ve çok erken şehit düştü. Şahin Dönmez’i getirip baskıları arttırdıklarında, bir bidon kanalizasyon suyu getirip ‘birbirinizin üzerine dökün’ dediler. Düşman bunu Şahin Dönmez ile Bişar arkadaşa söyledi. Bişar arkadaş işkencede direnişi ile dikkat çeken bir arkadaştı. Düşman bunu söylediğinde Bişar arkadaş, bunu kabul etmeyeceğini ve yapmayacağını söyledi. Şahin ise buna yok demedi. Bişar arkadaş askerlere tutum aldı; ‘böyle yapmayın, askerlere yaraşır davranın. Çekin silahlarınızı beni vurun’ dedi. Bu çok asil, şövalyece bir tutumdu. Bu tutumun altında çok güçlü bir karakter, özgürlükçü, eşitlikçi kendini oluşturmuş bir insan vardı. Şahin Dönmez Merkez Komite’ye kadar gelmiş ama oluşmamış, yapılanmamış, ham, çabuk eğilip bükülen, kumandaya bağlanan bir kişilik haline gelmişti. Zaten sonrasında düşmanla birlikte çalıştı. Genç Kemalistler Birliği olarak kendilerini tanımladılar. Bir kere ihanete saplandığında, düşman da acıma ve kural tanımazsa seni istediği gibi kullanır ve bütün insani meziyetlerini yok eder. Zaten zindanda PKK’yi yok etmek, Kürt halkını ve hareketini boğmak ve yok etmek isteyen bir anlayış hakim ama bunun yanında insanı, insan olmayı bitirmek de var. İnsana ait hiçbir özelliğin, hiçbir meziyetin kalmaması gerekiyor. Hiçbir direniş noktasının kalmaması gerekiyor. Bütün insanlık değerleri hedeflenmişti.
Tehlikeli ve Yok Edici Bir Politika Yürütülüyor
Bugünkü Türkiye de darbe zihniyetinin devamıdır. Cunta lideri Kenan Evren Türk – İslam sentezi olarak ideolojik haritalarını kodladı. Tabi sadece Türk milliyetçiliği yetmiyor. Türk Milliyetçiliğine dayanarak bütün ülkeyi bir arada tutmak zordu. İslam kimliği kullanılarak, İslam da devlete entegre edilerek Türk – İslam sentezi oluşturuldu. Türkçülüğün geçerli olduğu yerde Türkçülük, İslamcılığın geçerli olduğu yerde İslamcılık kullanıldı. Esas amaç ise yekpare faşist, militarist devletin ayakta kalmasıydı. Burada kullanılan silah da Türklük ve İslam oluyordu. Dikkat edersek MHP ve CHP gibi partiler Kürdistan’da bitti. Milliyetçilik Kürdistan’da iflas etti. 1990’lardaki serhildanlar ile beraber bitti. Daha sonra Fetullah Gülen ve AKP İslamı örgütlendirilmeye çalışıldı. PKK’ye karşı bir alternatif olarak bu yapıldı. Fatullah Gülen tasfiye edildi. Şimdi AKP siyaseti de iflas ediyor, daha doğrusu deşifre oldu. Devlet eksenli olduğu, faşist ve ırkçı olduğu, MHP’lileştiği, Kürtleri yok etmek istediği, zindanları Kürtlerle doldurduğu görüldü. Bazılarını işbirliğine de alsa, palazlandırsa da AKP İslamı Kürdistan’da giderek kan kaybediyor. Erdoğan şimdi bunun yerine Hizbullah İslamını – HUDA PAR’ı yani Kürt kimlikli İslamı öne çıkartmaya çalışıyor. Denetimi ve ipleri elinde olan bir oluşum yaratmak istiyor. Bu boğazına kadar Kürt kanına batmış, Kürt Hareketlerini yurtsever, dost hareketeler olarak değil düşman hareketler olarak gören ve karşı cephe oluşturan Hizbulkontra’yı yani HUDA PAR’ı Kürdistan’da örgütlemeye çalışıyor. Bunun Güney ile de ayağını oluşturup KDP ile ortaklaştırdılar. Olanaklar sundular. Kürdistan’daki belediyelere kayyumlar atandı ve bununla onlara tüm imkanlar peşkeş çekiliyor. Kendilerine televizyon ve diğer basın – yayın organlarını oluşturuyorlar. HUDA PAR eksenli bir İslami birliktelik yaratılıyor. Bunu da zaten gizlemeden açıkça ifade ediyorlar.
Türkiye egemen sınıfının zihniyet yapısı budur. Onlara göre Kürtlerin varlığı devlet için en temel tehlikeyi arz ediyordu. Bu algı günümüzde de devam ediyor. Şu anda dikkat edersek AKP – MHP Kürtlere karşı savaş eksenli bir devlet yapılanması ortaya çıkartmaktadır. Zihniyet yapısı, ideolojik mücadelesi, ekonomik, askeri mücadelesi buna endekslenmiştir. Adeta Türkiye’nin beka sorunu Kürtlerin varlığına indirgenmiştir. PKK’nin, Kürtlerin varlığı Türkiye’nin geleceğini tehdit ediyor, tehlikeye atıyor algısı yaratılmıştır. Kürtlerle ortak yaşama, birlikte yaşamak ve bunu bir zenginlik, güç kaynağı olarak görmek yerine Kürtlerin varlığı Türkiye’nin yok oluşu gibi ele alınmaktadır. Böyle olunca Kürtlerin yok edilmesi gerekiyor. Türkiye tehlikeyi atlatacaksa tehlikenin kaynağı olan Kürtler yok edilmelidir. Kürtleri de kendisi gibi diğer halklar gibi ele alıp ortak yaşamak, güç ve enerji oluşturmak yerine bütün güç ve enerjisini Kürtleri ortadan kaldırmaya sarf ediyor. Bu durumda doğal olarak çatışma sert olur. Çelişkileri anlaşarak, uzlaşarak, güçleri birleştirerek çözmek yerine bütün olanakları birbirini yok etme, tasfiye etmeye ayırdı. Bundan dolayı da Türkiye çok büyük ekonomik kayıplar yaşadı. Büyük insan kayıpları yaşandı. Bütün sistem, her şeyi ile altüst oldu. Bütün komşuları ile ilişkileri bozuldu. DAIŞ, El Nusra gibi örgütlerle ittifaklar kuruldu. Bütün İhvancılar şu anda Türkiye’nin şemsiyesi altında toplanmış. Böylece Türkiye hem kendisini tehlikeye attı hem de dünya için bir tehlike kaynağına dönüştü. Dünyaya silahlı örgütleri ihraç eden, terör örgütlerini ihraç eden bir ülke durumuna geldi. Bütün Arap ülkeleri El Nusra’dan, İhvancılardan el çektiler. DAIŞ’e karşı yürütülen savaş, ortaya çıkan koalisyon var ama belirttiğimiz bu güçlerin hepsi şu anda Suriye’de işgal edilen bölgelerde Türkiye’nin koruması altındalar. Türkiye onları örgütlüyor, eğitiyor, finanse ediyor, savunuyor, diplomasilerini yürütüyor. Bütün bunları yapmasının esas nedeni de Kürtlerdir. Suriye’ye bu kadar hızlı bir şekilde girmesinin nedeni de budur. Irak da olduğu gibi hiçbir şey insiyatifimiz dışında gelişmesin, Irak’da bir Kürt federasyonu oluştu; aynı şey Suriye’de olmasın diyerek Suriye’ye hızlı bir giriş yaptı. Bütün bu tehlikeli güçleri etrafında topladı. Suriye’yi çok ağır bir iç savaşa, yıkıma sürükledi. Suriye’nin bu hale gelmesinin baş sorumlularından biri de Türkiye’dir. Bundan da vazgeçmiyor. Suriye’yi yıkıma götürmüş, işgal etmiş, Kürtlerin olduğu coğrafyada demografiyi değiştirmiş, etnik temizlik yaparak Kürtlerin yerine faşistleri, dincileri, sağdan soldan devşirilmiş Arapları yerleştiriyor. Tek amacı da Kürt toprakları üzerinde Kürtlerin yok edilmesidir. Maksatları Türkiye bir daha onlarla komşu olmasın, bir daha onlarla muhatap olmasın. Böylece çok tehlikeli, yok edici bir politika yürütüyor.
Türkiye halen 12 Eylül Anayasası ile yönetilmektedir. Değiştirilemez, değişim bile önerilemez. Böylesine faşist ve ırkçı maddeler var. Bu yasalar tanrısal yasalar haline getirilmiş. Bu zihniyete karşı çok yönlü mücadeleler gerekiyor. Türkiye son yıllarda taktik nükleer silahlar, kimyasal silahlar kullanıyor. Elinde hava gücü var, bunların birçoğunun fabrikasını kurdu. Bu keşif uçakları ile Güney Kürdistan’da, Şengal’de, Rojava’da sürekli insan avına çıkarak, cinayetler işliyorlar. Bu şekli ile savaşa korkunç boyutlar kazandırdılar. Kitle imhası, tasfiyesi, nüfus değişimi, soykırım, cinayetler tüm bunları gerçekleştirdi. Bunları yaparken de ABD’den Rusya’ya, Rusya’dan İsrail’e, İsrail’den DAİŞ’e kadar dünyada ittifak yapmadığı, görüşmediği güç kalmadı. Tabi bunların yanında bir Kürt ayağına da ihtiyaçları vardı. Kürtleri bölmeden Kürtleri yenemeyeceklerini biliyorlar. İşte bu yüzden Kuzey’de HUDA PAR’ı, Güney’de ise KDP’yi kullanarak Kürtleri bölüyor, Kürtler arasında güvensizliği yayıp içten çatıştırmaya devam ediyorlar. 2023 seçimleri bu temelde Erdoğan’a verildi ve kazandırıldı. 2015’ten bu yana sürdürülen ‘Çöktürme Planı’ yarım kalmasın, Kürtler, ‘savaşı biz kazandık, Erdoğan da sonuç alamadı’ demesin diye bu yapıldı. Çünkü biliyorlar bir daha Kürtleri yenemeyecekler. Bu yüzden yarım bırakmak istemediler. Erdoğan ile birlikte bitirmeyi hedeflediler. Son seçimlerin Erdoğan’a verilmesinin nedeni budur.
AKP – MHP Faşist, Irkçı, Militarist Zihniyet Geleneğini Sürdürüyor
Aslında Türkiye’deki darbeler geleneğine ve dizisine sadece üniformalı kişiler tarafından yapılanları değil aynı zihniyeti taşıyan, aynı egemenlik zihniyetine sahip sivil görünümlü kişileri de dahil etmek gerekir. Darbeyi bu şekilde ele almak ve değerlendirmek daha doğrudur. Bunun en bariz örneklerinden biri 7 Haziran 2015 seçimleriydi. Bu seçimde Erdoğan parlamentoda çoğunluğu kaybetti. HDP 80 milletvekili ile parlamentoya girdi, çok sayıda belediye kazandı. Sonrasında ise Erdoğan MHP ile anlaşıp bu sürece bir darbe ile karşılık verdi. Koalisyon kurmadı, kumpaslar, katliamlar, kitlesel ölümler gerçekleştirerek, ortamı krize boğarak, güvenlik endişesini öne çıkartarak toplumu düşünemez hale getirdi. Ardından yaptığı seçimlerle normal yapılan seçimleri geçersiz saydı, iptal ettirdi. Kasım seçimleri ile tekrardan iktidarı gasp etti. Aynı şey 2023 seçimlerinde de geçerlidir. Hiç kimse Erdoğan - Bahçeli ikilisinin Türkiye’deki seçim sistemine, geleneklere, yasalara uygun hareket ettiğini iddia edemez. Hayır, bunları bir tarafa verdiler. Partiler yalız seçime girmedi. Muhalefet partileri karşısında devletin kendisi seçime girdi. Çünkü AKP – MHP devleti ele geçirmişti. Yasaları dinlemediler. Devletin bürokrasisini, ekonomik kaynaklarını, bütün basın yayını, iç ve dış politikasını bu temelde kullandılar. Yani normal bir seçim oldu da AKP – MHP kazandı denilemez. Tamamen darbe dinamiği içinde bir seçim yapıldı ve bu seçim gasp edildi. Bu kadar ağır sorun, bu kadar birleşmiş muhalefete rağmen Erdoğan nasıl kazanabilir? Erdoğan hiçbir kurala, geleneğe ve yasaya uymadı. Resmen iktidarı gasp ettiler. Savaşın durmasını istemeyen güçler de bürokrasinin askeri ve sivil kanadı buna destek verdi. Bu duruma ortaklaşılan bir darbe diyebiliriz. Darbeler geleneğini bu şekilde işlemek gerekir. Anayasa 12 Eylül anayasası, seçim yasası 12 Eylül seçim yasası, partiler yasası aynı şekilde, zihniyeti aynı zihniyet. Dört dörtlük faşist, ırkçı, militarist bir zihniyet bir gelenek varlığını sürdürüyor.
Buna karşı Türkiye’deki sol devrimci hareketler, demokratik muhalefet, yurtdışında bulunanlar, Kürdistan’ın tüm parçalarındaki Kürtler PKK’nin gerillasından, sempatizanlarına, legal alandan çalışanlara kadar büyük bir ahenk içinde tüm güçlerini birleştirerek, enerjilerini doğru kullanarak faşizme karşı, AKP – MHP / Türk – İslam hakimiyetine karşı direnmek gerekiyor. Savaş çok uzadı, yük çok ağır, bedeler ağır. Büyük bir gücü arkasına almış bir devlet, NATO’nun gücünü kullanan bir devlet, sınır tanımadan dünyanın her alanına saldıran bir devlet karşımızdadır. Bundan dolayı da ağır bedeller ödeniyor. Ama faşizmi durdurmanın başka bir yolu da yoktur. Faşizm güçten anlar. Bu yüzden de karşısına güç çıkartılması gerekir. Bizim ordularımız, devlet ittifaklarımız yok. Karşılarına çıkartacağımız güç halk güçleridir. Bunun için de toplumu savaşın içerisine katarak, savaşan güçleri iyi örgütleyerek, legal – illegal, yurt içi, yurtdışı olanakları iyi kullanarak, koordine ederek faşizmi yenebiliriz. Aslında faşizm aşıldı, deşifre edildi. Türkiye zorbalığı ve gücü kullanıyor, dünyadaki bu kriz ve kaos ortamından yararlanıyor. Suriye’deki karmaşa ve çelişki, Ortadoğu’daki çelişkiler, son yaşanan Ukrayna savaşıyla beraber ortaya çıkan Rusya – Batı çelişkilerinden yararlanarak ömrünü uzatmaya çalışıyor. Aslında Erdoğan bütün dünyada deşifre edildi. Herhangi bir güvenirliği ve saygınlığı bulunmamaktadır. Cambazlıklarla pazarlık yapıp hayatta kalmaya, ömürlerini uzatmaya çalışıyorlar. Bütün çabalarına rağmen ekonomik krizi durduramıyorlar, ekonomik kriz daha da derinleşiyor. Yalanlarla demagoji ile gerçekler uzun süre saklanamaz, reddedilemez. Faşizmin gerçek yüzünü ortaya koyarak bu direnişi sonuçlandırmamız, devrim lehine, Kürdistan lehine, tüm halkların özgürlüğü lehine kullanmamız gerekir. Özellikle Türkiye halkı ile Arap halkları ile, bölge halkları ile birleşerek, demokratik ulus projesini öne çıkartarak, doğru tanıtarak, Önderliğin durumunu, esaretini, etrafındaki kuşatmayı, ağır tecridi kırarak, Önderliğin halklar ile buluşmasını, arkadaşları ile buluşmasını sağlayarak faşizmi çok daha daraltıp zayıflatabiliriz. Dünyanın her yerinde faşizm yıldı, yıkılır. Yıkılmaz diye bir şey yoktur. Türkiye faşizmi de şu anda ırkçılık ve milliyetçilik dışında hiçbir dayanağa sahip değildir. Muhalefeti de kıskaca aldılar. Zaten muhalefet gelenekseldir, devletçidir. Kürt sorununu savunamıyor, bu savaşa karşı çıkamıyor. Böyle olduğunda da Erdoğan’ın çizgisine geliyor. Erdoğan’ın kuyrukçusu oluyor. Erdoğan karşısında muhalefet topluma yeterli güveni veremiyor. Bu yüzden de bu muhalefetin tabanına da hitap etmek, Türkiye’nin gerçeklerini herkese anlatmak, muhalefeti de gerçek anlamda muhalefet çizgisine çekmek için öncelik devrimci güçlere düşüyor. Tarihsel ve toplumsal rollerimizi bilerek sürece yüklenirsek faşizmi yenmeyi başarırız.