PKK Bir Kültür Hareketidir

Kültür kavramı toplumsal doğa söz konusu olduğunda en kapsamlı kavramlardan birini ifade etmektedir. Zaman ve mekanı genişçe içinde kapsayan bir olguya işaret eder. Önder Apo’nun düşünce ve felsefesinde hakikati bütünlüklü ele alma vardır. Toplumu doğadan ve tarihten kopararak anlamak mümkün değildir. Toplum, tarihsel köklerine dayanarak ve tarih boyunca maddi ve manevi olarak birikimiyle kimlik kazanır. Bir toplumu diğer toplumlardan farklı kılan temel olgu bu kültürel birikimin farklı biçimlerde gelişmiş olmasıdır. Her toplum kendi kültürüyle vardır. Kendi kültürü ile anlam ve kimlik kazanır. Bir insan nasıl hafızasız yaşayamazsa bir toplum da tarihsel hafızasından mahrum edilerek yaşayamaz. Yaşasa da anlam ve değer yitimine uğrar. Başkalaşıma uğrar, kendine yabancılaşmış olur.

Önder Apo ve PKK’nin ortaya çıkışı ve bu devrimsel mücadeleyi geliştirmesi özünde bir hakikat arayışına dayanmaktadır. Denildiği gibi nasıl her bitki kendi kökü üzerinde yeşeriyorsa, her toplum da kendini var eden kültürü ile doğru temelde yaşayabilir. Toplum kültürü yaratır, kültür de toplumu şekillendirir. Toplum ve kültür birbirinden ayrıştırılamaz. Bu anlamda toplumsal hakikati oluşturan esas olgu kültürdür. İnsan diğer canlılardan farklı olarak maneviyatla yaşar. İnsanın bu metafizik yanı, bir noktadan sonra onun fiziki-maddi yanından daha fazla önem kazanmaktadır. Maneviyattan yoksun bir insan veya toplum, posası çıkarılmış bir varlık derecesine inmiş demektir. Önder Apo bu mücadeleye başladığı zaman Kürt toplumu ve bu toplumu kimlikleştiren kültürü yok olmayla karşı karşıyaydı. Sömürgeciliğin soykırım kılıcı Kürt toplumunu lime lime etmişti. Adeta kan revan içindeydi. Sömürgeci devlet Kürdistan’ı kendi ırkçı, milliyetçi uluslaşmasının yayılma alanı olarak görmekteydi. Soykırımcı faşist Türk devleti tam bir toplum kırım makinesi olarak Kürt toplumunu biçiyordu. Kürt ve Kürdistan’a dair ne varsa sadece ortadan kaldırmakla yetinmiyor, zihinlerden, hafızalardan dahi silmek istiyordu. Bunu Dersîm’de olduğu gibi korkunç katliamlarla, işkence, zindan ve her türlü baskıyla yapıyordu. Kürdistan’da sınırsız, kuralsız bir devlet terörü estiriliyordu. Korku o kadar dehşetengiz bir vahşet eşliğinde hakim kılınıyordu ki, bırakalım kimliğine ve kültürüne sahip çıkmayı adını bile anmaktan korkan bir toplum yaratılıyordu. Direnen güçler keskin bir kılıçla budanırken geride kalanlar sindirilerek iradesizleştirilmeye çalışılıyordu.

Bu fiziki baskı ve katliamların yanında kültürel soykırım olarak adlandırdığımız asimilasyon politikaları da çok sistematik ve yaygın olarak devreye sokulmuştu. Bir toplumu bitirmek istiyorsan öncelikle kültürünü yok et anlayışıyla hareket ediliyordu. Kürt halkının kültürü ve dili üzerinde her türlü yasak devreye sokulmuştu. Kimliğini ifade etmek, kendi dilinde bir müzik dinlemek bile suç sayılıyordu. Kürtlük Ağrı direnişinden sonra karikatürize ettikleri gibi mezara gömülmüş, dirilmemesi için de her türlü yol ve yöntem devreye koyulmuştu. Kürdistan’da dört dörtlük bir faşizm hakim kılınmıştı. Kürt dilinin bırakalım yazım, edebiyat ve eğitim dili olması, konuşulması bile yasak ve suç konusu sayılıyordu. Oysa bir kültür kendisini ancak kendi diliyle ifade edebilir. Dil dar anlamda kültürün kendisidir. Anadilinde konuşamamak kültürel soykırımın ezilen halkın kültürünü kurutma amacına dayanıyordu. Bir insanın dilinin kopartılması neyse bir halkın dilinin yasaklanması o anlama gelmektedir. Sömürgeci faşist Türk devleti bu politikalarında önemli bir mesafe de almıştı. Kürt kültürü ve bir bütün olarak Kürt halkı toplum olarak yok olmanın eşiğine gelmişti. Kürt toplumu kurumuş bir ağaç durumuna gelmişti. Tekrar dirileceğine, yeşereceğine dair emareler çok azdı. Kürt ve Kürdistan’a dair ne varsa mezara gölmüş ve üzeri betonla kapatılmıştı. Sömürgeci ve soykırımcı devletin iddiası buydu. Bu kuru bir iddia da değildi. Geliştirilen soykırım politika ve uygulamaları Kürt halkını bu duruma getirmişti. Kürt diline, kimliğine ve kültürüne dair ne varsa unutturulmaya çalışılmıştı. Gelecek tasavvurunda özgür Kürtlüğe dair bir umut bırakılmamıştı. Açlıkla terbiye ve her türlü zor yöntemiyle kültürel soykırım sonuca doğru götürülmekteydi.

Önder Apo bu koşullarda ortaya çıkmıştır ve kendini özgürce var etmeye çalışan bir birey olarak arayışlarını gerçekleştirmenin mücadelesine soyunmuştur. Devletin tüm kapıları kendini inkar etmesi koşuluyla Önder Apo’ya sonuna kadar açıktı. Bir Türk olarak yükselmenin yolu açılmıştı. Ancak ödeyeceği bedel de ağırdı. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz gibi insan kendi maneviyatı, yani kültürü, dili ve tarih içinde şekillenmiş toplumsal kimliği ile vardır. Anlam dünyasından kopuk, kendini inkar temelinde hakikatli ve onurlu bir yaşam yaşanılamaz. Önder Apo “Kürtlük bir kuyruk gibi beni takip etti. Ne yapsam da kendimi ondan kurtaramadım” dedi. Önderlik “Kürdistan’ın bir sömürge” olduğu gerçeğini idrak etmişti. Halkının başına gelenlerin bilincine varmıştı. Buna rağmen halkına ve onun hakikatine sırtını dönemezdi. Ne olacaksa bu hakikat içinde olacaktı. Hakikat katledilmekte, yara bere içinde can vermekteydi. Kendine döneceğine ve yeniden yaşayabileceğine dair umutlar yok denecek kadar azdı. Onu ayağa kaldırmaya çalışmak, Ağrı Dağını sırtlamak kadar zor bir görev ve ölümlerden ölüm beğen misali bir yaşam yoluna girmek demekti. Kapitalist ulus devlet sistemine teslim olmamak, ona dahil olmamak kadar, halkını bu halde bırakmak da kabul edilemezdi. Madem bu hakikatle yaşanacaktı. O zaman bu hakikati özgürce ifadeye kavuşturmak gerekiyordu. Önder Apo’yu devrim yoluna koyan bu bilinçtir. Kültürel soykırımın bıçağı altında inleyen bu kültür yeniden diriltilecek ve kendini özgürce ifade eder hale getirilecektir. Bunun için ne gerekiyorsa yapılacaktır.

Bu nedenle Önder Apo ve PKK’nin çıkışında kültür bilinci güçlüdür. Aslında bir kültür savaşına karar verilmiş dense yerindedir. Bir kültürü sömürgeciliğin inkar ve imhasından kurtarma savaşıdır, kültürel soykırım politikalarına karşı direniştir. Bu kültürü tarihiyle yeniden buluşturma ve özgürce yaşar hale getirme mücadelesidir. Kürt kültürünü yaşatma arayışı aslında kendini birey ve toplum olarak doğru ve onurlu, yine özgürce yaşama arayışıdır. Katledilen, kirletilen, yabancılaştırılan yaşamı özgür, güzel ve anlamlı yaşatma çabasıdır. Önder Apo Aram Tigran’ın bir stranını dinlediğinde “bu ses ölmemeli, özgürce yaşamalıdır” dedi. Bu ezgi tarihin derinliklerinden gelmekte ve maneviyatını besleyen yaşam kaynaklarından biri durumundaydı. Bu kaynakların kuruması en büyük yabancılaşmaya yol açacaktır. Önder Apo bir stranda kendi halkının acılarını his etmiş, zulüm altında inleyen sesini duymuştur. Halkının kadim kültürünü müzik aracılığıyla ruhunda yaşamıştır. Kendini bu sese, bu kültüre ait görmüş ve ne olursa olsun bunun yaşatılması gerektiğine inanmıştır.     

PKK‘nin geliştirdiği devrim dar anlamda bir ulusal kurtuluş mücadelesi değildir. Toplumsal, sosyal kurtuluş ve özgürlük mücadelesidir. PKK, ulusal, sınıfsal ve cins çelişkilerini çözme iddiasında olan bir hareket olarak gelişmiş ve kendi içinde değişimler yaşayarak günümüze kadar gelmiş ve toplumun doğayla uyumunu da gözeten bir düşünsel ve felsefi hareket olarak ekolojik, demokratik ve kadın özgürlükçü paradigma olarak kendini tanıma kavuşturmuştur. Tüm bu çelişkiler ve çözüm olarak geliştirilecek yeni bir toplum amacı kültür kavramını doğrudan ilgilendirmektedir. Kültürel değişimi ifade etmektedir. Bu anlamda PKK’nin geliştirdiği devrim aynı zamanda bir kültür devrimidir. Sömürgeciliğin yaratmaya çalıştığı sosyolojiyi aşma ve onun yerine özgür bir sosyoloji oluşturma çabasıdır. İnkar ve imhayı dayatan, asimilasyon altında yok olmayla yüz yüze olan bir kültürel gerçeklikten toplumu tarihsel kültürüyle buluşturmak kadar bu kültürü özgürce yaşatabileceği ve yaratabileceği yeni bir kültür oluşturma mücadelesidir. Bu yeni kültür sadece ulusal veya bölgesel nitelikte değil, toplumun tüm çelişkilerini çözmeyi, toplumla doğa arasındaki ilişkileri yeniden düzenlemeyi hedeflediği için evrensel niteliktedir. Kapitalist moderniteye alternatif bir moderniteyi inşa etme iddiasındadır. Alternatif modernite yeni kültür anlamına gelmektedir. Önderlik aynı zamanda bunu ‘Özgürlük Sosyolojisi’ olarak tanımladı. Yani özgürlüğün kendisini ifade edebileceği, toplumsal hakikatin hiçbir baskı, engel ve iktidarla karşılaşmayacağı bir toplumsal inşa ve kültürel ortamın yaratılması demektir.

Bu anlamda PKK ortaya çıkış koşulları itibarıyla sanatsal yaratıcılığı derin olan bir kültürel çıkış, kültürel oluşum hareketidir. Bugün Önderliğin paradigmasını oluşturduğu PKK ve PAJK, program, tüzük ve mücadele tarihlerine ve bu tarihteki değişim dönüşümüne kadar mevcut güncel pratik sonuçlarına baktığımızda bunu rahatlıkla belirtebiliriz. Bu anlamda PKK’nin bir kültür hareketi olarak ortaya çıkığını anlayabiliriz. PKK’nin toplumun bir bütün olarak yaşamın kökleri ile derin bağlar kurarak ve bu tarihi akışta devrimci yönü ile sürekli kendini yenileyip yeniden yaratarak; yeni yaşam ilkelerini, anlayışlarını ve bununla yeni yaşam ahlakını, perspektifini ortaya çıkaran bir kültür hareketi olduğunu söyleyebiliriz.

Kürdistan’da PKK hareketinin ortaya çıkması yepyeni gelişmelere ve alt üst oluşlara yol açmıştır. Bu anlamda gerçekten devrimci bir hareket olarak bir devri kapatmış yeni bir devri başlatmıştır. Ruhta, duyguda, düşüncede Kürt insanı ve Kürt toplumunda adeta fırtınalar estirmiş ve ‘kurudu’ denilen ağacı yeşertmeyi başarmıştır. PKK hazır bir toplumu kurtuluşa götüren bir hareket değildir. Varlık sorunu olan bir toplumu, bir halkı öncelikle kendisine getirmiştir. Kendisini tanımasını, tanımlamasını sağlamıştır. Bir halk olduğuna ve bu halkın özgür olma hakkı olduğu bilincine kavuşturmuştur. Bu mücadeleyle Kürt insanı ruh ve irade kazanmış, kendine güveni gelişmiş, başaracağına olan inancı sağlanmıştır. Kültürüyle yeniden buluşmanın sevincine kavuşmuş, coşku ve heyecanı yaşamıştır. Ben varım bilinci; toplum olarak halkta önemli bir süreç ve zorlu bir mücadele gerektirmiştir. Nihayet 1990’lara geldiğinde yaygın halk serhıldanlarıyla geliştirdiği direniş varlık olarak dirilmesini sağlamıştır. Kendisine inancı kalmayan, direnebileceğine, direnerek ve mücadele ederek başaracağına inanç ve umudunu yitirmiş Kürt halkı PKK öncülüğünde ayağa kalkmış ve düşmana meydan okumuştur. Özgürlük için bedel vermeye hazır hale gelmiştir. Önder Apo bu süreç için “Diriliş başarıldı, sıra kurtuluştadır” demiştir.

İlk yıllarda devrimin ve direnişin kültürü, sanatı da gelişmiş ve önemli bir propaganda kaynağı olmuştur. Hem unutulmaya yüz tutan Kürt halkının kültürel değerleri, birikimleri diriltilerek canlandırılmış hem de Delil Doğan, Hozan Sefkan ve Hozan Mizgîn arkadaş gibi devrimci sanatçılar devrimin ve direnişin sanatını kendi ana dillerinde geliştirerek büyük etkilerde bulunmuşlardır. 90’lara doğru Rojava’da Önder Apo’nun çabalarıyla onlarca grup-kom oluşturulmuştur. Bakur ve Türkiye’de Mezopotamya Kültür Merkezi etrafında sanatın her dalında önemli bir birikim açığa çıkmıştır. Avrupa’da kurulan Koma Berxwedan müzik grubu ve sanatın birçok dalında geliştirilen örgütlenmeler de diasporada bulunan Kürt toplumunu devrime bağlamış ve yönlerini ülkeye döndürmüştür. Bu yıllarda PKK öncülüğünde kültür ve sanatta adeta bir patlama yaşanmıştır. Kendi dilinde müzik, tiyatro ve sinema ile tanışan halk yurtseverlik duygularıyla mücadele etrafında kenetlenmiştir.

Dünyanın başka yerlerinde edebiyat ve sanat devrimlerin oluşması için güçlü bir zemin ve aynı zamanda bilinç oluşturmuştur. Edebiyat ve sanatın devrimleri besleyen, toplumsal çelişkileri açığa çıkaran ve çözümüne yol gösteren öncü konumu devrimlerin başarısında önemli bir rol oynadıklarını göstermektedir. Ancak Kürdistan’da biraz tersi olmuştur. Devrimsel mücadele edebiyat ve sanatın önünü açmıştır. Bunun böyle olması edebiyat ve sanatın suçu değildir. Bir halkın dili yasak hale getirilmişse, hatta “Kültürel soykırım kıskacında” unutulma ve giderek yok olmayla yüz yüze getirilmişse, orada hangi edebiyat ve sanat gelişebilir. Kürt dili eğitim ve yazım dili olmaktan çıkarılmış, konuşulması bile suç derecesine indirgenilmişse, orada ne sanat-edebiyat yapılabilir, ne de sanatçı, edebiyatçı çıkabilir. Örneğin Rus devriminden önce Rus edebiyatı bir vahadaki envaı çeşit çiçek gibi ürünler vermiştir. Yeni kuşaklar bu edebiyatla ruh ve bilinç kazanmıştır. Kürdistan’da ise 1970’lere gelindiğinde edebiyat ve sanat adına neredeyse her şey kurutulmuş, çöle dönüştürülmüştür. Kürt ve Kürdistan’a dair tek bir kelime bile bulmak mucize gibidir. Bu baskılar geriletilmeden, yasaklar ortadan kaldırılmadan sanat ve edebiyatın dirilmesi mümkün görülmemektedir. Bu nedenle PKK öncülüğünde gelişen devrimsel mücadele edebiyat ve sanata da nefes aldırmış, kendini üretmenin koşullarını parça parça oluşturmuştur. Sanat ve edebiyat kendini üretme koşullarına sahip olmaya başladığında adeta çölde susuz kalan birinin suya kavuşması misali yeni bir dönem başlatmıştır. Her bir sanat ve edebiyat ürünü devrimin güçlü bir propaganda ve bilinçlenme kaynağına dönüşmüştür. Böylece devrim, sanat ve edebiyat birbirini beslemeye başlamıştır. Başta daha çok müzik ve folklorda önemli ve yaygın ürünler açığa çıkmıştır. Sonra tiyatro, edebiyat ve giderek sinema canlanmaya başlamıştır. Devrim ve sanatın birbirini etkilemesi ve beslemesi ruhta, düşüncede, anlayışta, kısacası her alanda yaşanmıştır. PKK, devrimi bir sanatçı inceliği, estetiği ve yaratıcılığıyla ele almış, sanat ve edebiyatı da devrimci temelde ele almıştır. Sanatçının devrimci olması, devrimcinin de sanatçı duyarlılığında ve yaratıcılığında olması Kürdistan koşullarında hem bir zorunluluk hem de başarının altın anahtarı durumundadır. Bu durumu Önder Apo “Savaşçı halkının sanatçısı, sanatçı da halkının savaşçısıdır” diyerek tanımlamıştır.      

Sömürgeci düşman kültürel soykırım saldırılarını Kürt halkının başından hiç eksik etmemiştir. Düşman, Kürt halkının kendi kültürünü yaşama ve sanatını üretmesini yasaklarken ve böylece toplumu kültürüne yabancılaştırırken, Kürt kültüründen çalarak kendine mal etmekten de geri durmamıştır. Önder Apo kültür kavramını tanımlarken “su ve tas” örneğini vermektedir. Su ve tasın birlikte olması gerektiğini, ancak bu şekilde işlevini koruyabileceğini belirtmektedir. Burada su toplumun tarihten miras olarak devir aldığı kültüre denk gelmektedir. Tas da bu kültürün toplumun yeni kuşaklarına aktarma işlevine sahip toplumsal kurumlaşmalara tekabül etmektedir. Bu toplumsal kurumların başında da öz yönetim gelmektedir. Öz yönetimden yoksun bir halk başı kesilmişçesine debelenmekten başka bir şey yapamaz. Temel tas olarak tanımlayabileceğimiz öz yönetim kurumu parçalanmış bir halkın kültürü yani suyu ya boşa akacak, heba olacaktır yada başka taslara dolacaktır. Sömürgeci Türk devleti de Kürt halkını bu şekilde başsız bıraktıktan sonra Kürt kültürünü de kendine mal etmiştir. Şu anda yüzlerce, binlerce Kürt kültürüne ait müzik, stran Türkçeleştirilerek yabancı bir kültüre mal edilmiştir. Asimilasyon değirmeni bu şekilde Kürt kültür ve sanatını öğüterek kendisine ekmek yapmıştır. Kürtler “Nan”ın ülkesinde nansız kalırken başkaları bundan nemalanmaktan geri durmamıştır. Özel savaş politikalarıyla Kürtler geri, vahşi, eksik, kuyruklu, kaba, komik, cahil vb. şekillerde lanse edilmeye çalışılırken Türk modern insanı ileri, uygar, gelişmiş, medeni olarak gösterilmeye özen gösterilmiştir. Kısacası Kürt insanının kendisinden utanması ve Türk’e özenmesi için ellerinden ne gelmişse yaratıcı bir şekilde yapmışlardır.

Bugün de özel savaş uygulamaları gelişen teknolojik imkanların da sayesinde daha tehlikeli bir şekilde devam etmektedir. Adeta toplum her gün ve saat bombardımana tabi tutulmaktadır. Sanat özel savaşın kullanışlı bir argümanı ve aracı haline getirilmiş bulunmaktadır. Müzikten, tiyatroya, sinemadan edebiyata kadar sanatın her dalı toplumu iktidarın uysal ve itaatkâr kulları haline getirmek için kullanılmaktadır. Dizi filmler, filmler aracılığıyla zihinler yeniden yapılandırılmaktadır. Yeni kuşaklar bu filmler aracılığıyla ve tamamlayıcı toplumsal mühendislik projeleriyle başkalaşıma uğratılmaktadır. Gelişen teknoloji iktidarlara sanatsal üretimlerle toplum üzerinde daha fazla etkili olma imkanını sunmaktadır. Tüm iktidarlar sürüleşmiş toplumlar yaratmayı hedefler. İnsanların beyinleri filmlerle, dizilerle, sporla, seksle uyuşturulmaya çalışılmaktadır. Televizyon ve daha yaygın olarak internet bunun için kullanılmaktadır. Sanal dünya giderek gerçek dünyanın yerini almaktadır. Adeta simülasyon hayatlar oluşturulmaktadır. Bilgi kirliliği içinde hakikat kaybedilmekte, insanlar neye inanacağını bilemez hale gelmektedirler. İnsanlar her şeyden kuşku duyar hale getirilmektedir. Birbirine güvenemeyen insanlardan bir örgüt, bir birlik, hatta bir toplum olamaz. İktidarın amacı da kendileri dışında tek bir örgütlülük veya toplumsallığın kalmamasıdır. Çünkü birlikten güç doğar. Toplum ortak bir akıl veya ideoloji etrafında birleşirse, bu ortak amaçlar etrafında örgütlenirse devlet ve iktidar için büyük tehlike oluşturacaktır. Bunun önüne geçmek için insanı insandan kuşkulanır ve güvenilmez hale getirmektedirler. “İnsan insanın kurdudur” diyerek insanları birbirine yabancılaştırmak için ne gerekiyorsa yapmaktadırlar. İktidarlar bu şekilde kendilerini insanların zihinlerinde inşa etmektedir. Neoliberal ve postmodernist anlayışlar insan bilincini bulanıklaştırmada bu anlamda önemli rol oynarlar. Liberalizm öncelikle zihinleri işgal eder, zihinleri çarpıtır. Liberal ideoloji toplumsal değerleri, ahlakı bulanıklaştırıp buharlaştırdığı oranda kendi iktidar alanına yer açar. Zihinde kazandığı her adım yaşamda da kazanmasına yol verir. Bu nedenle savaşların en büyüğü ideolojiktir ve zihinleri ele geçirme savaşıdır. Toplum önce zihinde inşa edilmeye çalışılır.  

Sömürgeci Türk devleti bu alana büyük yatırımlar yapmaktadır. İdeolojik amaçları doğrultusunda yeni bir tarih ve gelecek tasavvuru oluşturmaktadır. Milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi ve dinci bir anlayış topluma yedirilmeye, özümsetilmeye çalışılmaktadır. Kendi sisteminin bütün kötülük ve çirkinliklerin üstü örtülerek gözlerden ırak tutulurken, olumluluk ve iyilik adına ne varsa kendilerine mal etmektedirler. Örneğin Osmanlının kanlı ve katliamlardan ibaret olan tarihi bir kahramanlık tarihine dönüştürülmek istenmektedir. Kapitalizm kendi modernitesini topluma empoze etmeye çalışırken, sömürgeci ulus devletler de kendi ideolojik hedeflerini sanatı kullanarak topluma yedirmeye çalışmaktadır. Örgütsüz ve öncüsüz toplumlar bu yoğun bombardıman altında kendi kültürel ve ahlaki değerlerinden her geçen gün yeni şeyler yitirmektedirler. Toplumu iktidarcı devletçi güçlerin bu saldırılardan korumanın önemli bir yolu ve yöntemi de sanat ve edebiyatın doğru kullanılmasıdır.

Kültür sadece sanat değildir. Ancak sanat kültürü besleyen ve yenileyen en önemli kaynaklardan biridir. Sanat toplumdan bağımsız, soyut veya farazi bir olgu değildir. Sanat toplum ve yaşamın içinden çıkan ve ondan ayrı düşünülemeyecek bir kavramdır. Toplumsal yaşamın bir yansımasıdır. Kültür olarak toplumsal yaşamın yeniden üretimi ve yaratımı olan sanat ideoloji ve felsefeden de bağımsız değildir. Her sanat bir felsefik, ideolojik bakış açısını yansıtır. “Sanat ideolojiler üstüdür, ideolojilerin dışındadır” söylemleri bir safsata veya bir yanılgıdan öte değildir. Bu tür söylem ve yaklaşımlar kapitalist sistemin uydurmalarıdır. Toplumu sanattan, sanatı da toplumdan koparma amacıyla geliştirilen teorilerdir. Sanat bireysel olunca ya da toplumdan koparılınca doğal olarak sisteme karşı muhalif ve eleştirel konumundan uzaklaşacaktır. Devrimden ve her türlü toplumsal örgütlenmeden uzaklaştırılan sanat ve sanatçı niyet ne olursa olsun devletin, iktidarcı sistemin hizmetine girmiş olacaktır.   

Sanat bu anlamda toplumu korumanın bir yöntemi, yolu olabileceği gibi iktidarların elinde toplumu yıkmanın bir aracına da dönüşebilir. Devrimci sanat ideolojik bir perspektife sahip olmasa yolunu şaşırmaktan, sapmalara uğramaktan kurtulamaz. Sanatın topluma hizmet etmesi için derin bir tarih ve toplum bilinci gereklidir. Sanat toplumun anlam dünyasını estetize eder. Toplumun anlam birikimi en yoğunlaşmış ve estetize olmuş hali ile sanatta yansımasını bulur. Bu her dönem için böyledir. Sanat toplumun güzellik ve beğenisine tekabül ediyorsa; ki buna estetik değerler diyoruz, bu estetiğin kaynağını ahlak felsefesinden, yani etikten alması kadar doğal bir şey olamaz. Özgürlük felsefesi olmadan, özgürlük bilinci olmadan nasıl özgürlüğü yansıtan bir sanat yaratımı olabilir. Sanatı geliştirmenin birçok yolu olabilir, binlerce sanat eseri üretilebilir, ancak bunların kaynağında hangi etik kaygılar olduğu önemlidir. Sanatçının kaygı ve perspektifi toplumsal ise, özgürlükten kaynağını alıyorsa sanatı da ona göre olacaktır. Geliştirilen sanatın realist, soyut veya başka bir tanımlama çerçevesinde yapılması tarzla ilgili bir konudur. PKK sanatı halkla, devrimle buluşturan bir anlayışa sahiptir. Liberalizmin, sanatı tümden bireysel bir tercih, keyfi bir yaratım veya sanatı salt sanat için gören ve gösteren yaklaşımlarını ideolojik bir çarpıtma ve saldırı olarak değerlendirir. Bu saldırılara karşı mücadele sadece eleştiri ile sınırlı olamaz. Alternatif bir sanat anlayışını geliştirmek önemlidir. PKK Kapitalist modernitenin geliştirdiği modayı, sanatı, moderniteyi kapsamlı olarak çözümleyip eleştirmekle kalmamakta, ona alternatif olacak olan moda, sanat ve moderniteyi inşa etme çabasındadır. Devrimci sanatçı da bu perspektife sahip olduğu oranda alternatif moderniteyi inşa sürecine daha güçlü katılabilir, hatta öncülük edebilir. Sanat ve sanatçı yeni kültürün yaratılmasında, kültürel devrimin başarıyla hayata geçirilmesinde öncü düzeyde sorumludur.

Görüldüğü gibi iktidar ve devlet zihniyetine ve onun sistemine karşı mücadele sadece ideolojik, askeri, siyasi alanda değil sanat alanında da verilmek zorundadır. Belki en ince, derin ve zor olanı sanat alanında verilen mücadeledir. Çünkü kapitalist modernitenin en kapsamlı saldırıları, dayatmaları sanata ve sanatçılara karşı gelişmektedir. Sanatçıyı hem açlıkla terbiye etmeye hem de zorla korkutmaya, sindirmeye çalışır. Kapitalizmde her şey parayla ölçülür. Komutan paradır, en kutsal put yine para ve sermayedir. Sistem sanatçıya iki yol gösterir; birincisi ünlü olma, popüler kalma, bol maddi imkan vb. şeylerdir. İkinci yol ise her türlü zorluk ve açlıkla, yine zindan ve sürgünle yüz yüze kalmadır. Kapitalist ulus devlet sistemine teslim olan sanatçıya birinci yolun kapıları açılır. Kendi anlam dünyasına göre yaşamak ve sanatını icra etmek isteyen sanatçıya da ikinci yol dayatılır. Ahmet Kaya’nın başına getirilenler bunun tipik bir örneğidir. Sadece Kürtçe bir klip yapmak istediği için linç edildi, yargılandı, zindanla tehdit edildi ve sürgüne yollandı. Buna karşılık İbrahim Tatlıses, Mahmut Kırmızıgül gibilerine sisteme teslim olup hizmet ettikleri oranda bol imkan sunulmaya devam edilmektedir. Bir sanatçının hangi yolu tercih edeceği önemlidir ve doğru tercihte ısrar etmek büyük bir irade ve bilinç gerektirmektedir. Sisteme teslim olan bir sanatçı artık gerçek anlamda sanat da yapamaz. Sanatını ticaret konusu yapar. Sanattan nasıl yararlanacağına ve ne kadar kazanacağına bakar. Bugün birçok yazar, edebiyatçı ve sanatçı için eserinin piyasada ne kadar tutacağı, ne kadar gündemde kalacağı ve daha önemlisi de ne kadar para getireceği önemlidir. Bu duruma düşmüş sanat kültüre yeni ve olumlu bir şey katamaz. Tüketen konuma düşmüş demektir. Tarih boyunca birçok edebiyatçı ve sanatçı yapıtlarıyla topluma öncülük etmiş ve hatta tarihe yön vermiştir. Kapitalizmde bundan hızla ve trajik bir şekilde uzaklaşma yaşanmaktadır. Toplumun düşüşüne bu şekilde sanat da eşlik eder hale getirilmiştir.

Kapitalist modernite maddi uygarlığı geliştirme peşindedir. Maddi birikimi elde etmek için de toplumu manevi değerlerinden, kültüründen uzaklaştırmak zorundadır. Geliştirdiği ulus devlet modeli bu anlamda tam anlamıyla soykırımcı bir karaktere sahiptir. Kültürü öğütme makinasıdır. Bunu en iyi şekilde sömürgeci devletlerin Kürdistan üzerindeki politika ve uygulamalarında görmek mümkündür. Buna karşı direnişin her yol ve yöntemi devrimcidir. Sanat her türlü asimilasyona ve maddiyata, kapitalist politikalara karşı toplumsal ahlakı ve kültürü geliştirme sorumluluğundadır. Devletçi güçler sistematik olarak topluma ve onun her türlü kültürel değerlerine saldırı halindeyken buna karşı toplumu koruma görevi sadece askeri güçlerde değildir. Sanata da büyük ve etkili görevler düşmektedir. Bu konuda sanatın yapabileceği çok şey vardır. Mesela Yahudi soykırımına karşı sanat ve edebiyatın büyük rol oynadığını biliyoruz. Sayısız roman, kitap, sinema filmi, belgesel, tiyatro oyunu vb. sergilendi. Sanat ve edebiyat bu ürünleriyle faşizmi teşhir edip lanetlerken, soykırıma uğrayan halkın yaşadığı trajediyi insanlık hafızasına işledi. Yahudi halkıyla insanlığın empati kurmasını sağladı. Sanat ve edebiyat bu şekilde faşizmin benzer uygulamalarının önünü bir nebzede olsa almayı başardı. Yine iyilik ile kötülüğün savaşında iyi olanı tarihsel belleğe işledi, örnek gösterdi, hakikatini korudu. İyinin yeni kuşaklara ilham olmasını sağladı.

Ancak Kürt halkının yaşadığı acılar ve uğradığı saldırılar, katliamlar benzer şekilde sanat ve edebiyatla işlenmiş, insanlık hafızasına yeterince yansıtılmış değildir. Bilince çıkarılmayan, insanlık hafızasına işlenmeyen her konu adeta yok hükmündedir. Bugün Kürt ve Kürdistan konusunda dünyanın bu kadar sağır ve dilsizleri oynaması biraz da bundan dolayıdır. Bu nedenle Kürt sanatçılara ve edebiyatçılara büyük işler düşmektedir. Bu alandaki boşluk doldurulmadan, Kürdistan’ın haklı özgürlük mücadelesine yeterince sahip çıkılması mümkün değildir. Sanatçı ve edebiyatçı sanatın her dalıyla, edebiyatla toplumun sesi ve soluğu olmak zorundadır. Devrimsel mücadeleye eşlik etmek, hatta öncülük etmek durumundadır. PKK sanat ve devrimi, sanatçı ve devrimciyi bu anlamda buluşturan, sentezleyen bir anlayışa sahiptir. Son dönemde özellikle müzik, sinema ve edebiyat alanında yapılan çalışmaların ve açığa çıkan ürünlerin devrimi ne kadar beslediği ve topluma olumlu yansımaları olduğunu görmekteyiz. Geçmişte de sayı olarak az olsa da sanatsal yaratımlar devrimde önemli bir rol oynamıştır. Halil Dağ’ın sinema çalışmaları ve o en zor koşullarda yaptığı filmler tarihe iz bırakmıştır. “Berîtan” filmi Kürt gençliği başta olmak üzere toplumun üzerinde derin etkilere neden olmuştur. Hozan Serhed’in bir omuzunda silahı diğer omuzunda sazı gerilla alanlarındaki duruşu ve geliştirdiği müzik halen örnek düzeydedir. Nasıl Delil Doğan, Sefkan, Mizgîn, Hozan Serhed, Delîla ve daha niceleri müzik alanında öncü kişilikler olduysa, nasıl Halil Dağ sinemada bir ekol oluşturmuşsa, nasıl Hevi ve Yektalar tiyatroda öncü konumunda rol oynadılarsa, nasıl İrfan ve M. Sait’ler edebiyat alanında önemli yaratımlara imza attılarsa, bugün onların izinde yüzlerce devrimci sanatçı sanatını ve edebiyatını toplum ve devrim için geliştirmeye devam etmektedir. Bu çizgi alternatif bir paradigma oluşturmaktadır. Önder Apo’nun geliştirdiği demokratik modernitenin sanatını inşa etmektedirler.

 

ORHAN KENDAL