Her beyliğin yarı askeri veya milis diyebileceğimiz bir askeri düzenleri vardı...
Azad ÇEKDAR
Kürt tarihsel dönemi veya kesiti açısından şunları söyleyebiliriz;
Eğer savaşlar çok olmaz, dıştan ordular gelip talan etmezse o birikim hızla kendi içinde sınıflaşma ve beylikleşmeye yol açabiliyor. O tür oluşumlar daha 9. ve 10. yy’dan itibaren gelişmeye başlıyor. 11. ve 12. yy’ında belli bir Kürt beylikleri oluşuyor. Eyyubi hanedanlığına kadar hanedanlıkların gelişimi oluyor. Daha sonraki sistem Kürt beyliklerinin gelişme sistemidir. Osmanlı-İran hegemonyası altında Kürdistan ikiye bölünüyor. Birincisi 1639 Kasr-i Şirin anlaşmasıyla oluyor. İkincisi esas olan kabile-aşiret topluluklarından beylik sistemine geçişi oluyor.
Beylik Proto-Devlet olarak tanımlanabilir. Bu, devletleşmeye ve kendi içinde sınıflaşmaya doğru gidiştir. Demokratik komünallıktan veya dayanışma yönü ağır basan toplum yaşamından, ağanın egemenliği altındaki toplum yaşamına doğru geçiştir. Aslında Kürt toplumundaki ilk ciddi sınıflaşmanın gelişme sürecidir. Aynı şey askerileşmeyi gerektiriyor. Eskinin o aşiret savunma sistemi büyük oranda aşılıyor. Dağa dayalı yarı göçebe olmaktan daha fazla askeri güç beslemeye, daha çok silahlanmaya, hem kendi toplumu üzerinde hükümranlık sürdürecek hem de diğer beyliklerle egemenlik çatışması yürütecek bir askeri kuvvet örgütlülüğüne adım atılıyor. Beyliklerin aşiret topluluklarından farkı budur. Temelleri 10.yy’dan itibaren atılıyor. 15.yy’a kadar çok fazla egemenlik yoktur. Büyük devlet egemenliği yoktur. Dolayısıyla parçalılık var, boşluk var. Bu şekilde bir beylik sistemi gelişiyor. Osmanlı sistemi de Kürt beyliklerine özel otonomi tanıyınca, Osmanlı sistemi altında dışta imparatorluğun gücüne dayanan, içte ise birbirine karşı politika üreten ve kavga eden küçük devletçikler haline geliyorlar.
19.yy’la kadar gelişimleri böyledir. Bunlar birer küçük alt devlet gibidirler. Vergi alıyorlar, asker besliyorlar, merkezi imparatorluğa vergi veriyorlar. Konumları biraz özeldir. Diğerleri kadar vergi vermiyorlar. Çünkü özel otonomiye sahiptirler. Kendileri de isterlerse imparatorluğun seferlerine katılıyorlar, asker veriyorlar. Merkezi İmparatorlukla Kürt Beylikleri arasında, Yavuz Selim ve daha çokta Kanuni Süleyman’la birlikte böyle bir hukuki sistemde geliştiriliyor. Beylikler arası daha çok iç çatışma, iç politika yoğundur. Birbiriyle kavgaları hepsini daha fazla imparatorluğa bağlıyor. Başkalarının saldırısından kendilerini korumayı bir dış güce bağlanmakta buluyorlar. İşbirlikçi karakterleri öne çıkıyor. Kürdistan’da işbirlikçilik bu dönemde gelişiyor. İşbirlikçiliğin Kürt egemen sınıfı-Kürt Beyleri şahsında çok fazla geliştiğini görüyoruz. Her biri bir devlet olacak düzeydeler. Birbirleriyle anlaşabilirler de. Osmanlı imparatorluğu bile anlaşmalarını istiyor, onlar anlaşmıyorlar. Tersine birbiriyle kavgalıdırlar. Kürtlerde iç kavga, iç çatışma, politikayı birbirlerine karşı yapma aslında bu dönemde bu beyliklerin yapılanışıyla ortaya çıkıyor. O dönemin bir ürünüdür.
Her beyliğin yarı askeri veya milis diyebileceğimiz bir askeri düzenleri vardır. Ordu denemez ama aşiret sistemindeki Kürt yiğitliğine veya savaşçılığına dayanan birimleri de aşan, ağanın çıkarını koruyan, güvenliğini sağlayan, belli bir örgütlülüğe ve eğitime de sahip, ordu birlikleri olmasa da çok düzenli olmayan birlikler ortaya çıkıyor. Yerel milis birlikleri haline geliyor. Birbirleri ile savaşlarında bu birlikler vardır. 19.yy’ın başından itibaren tarihsel süreç değişiyor. Avrupa’nın Ortadoğu’yu ele geçirme yaklaşımı karşısında Osmanlı İmparatorluğu geride kalıp sıkışınca daha fazla para, daha çok ordu gerekiyor. Orduya asker alamıyor. Ordu Hıristiyan alanını kaybedince Yeniçeri devşirmede zorlanıyor. Böylece daha çok orduya ve paraya ihtiyaç duyuyor.
Kürt beylerinden daha çok vergi ve asker vermelerini istiyor. Beylikler bunu kabul etmeyince -belli bir gelişme, güç sağlamışlar ya!- Kürdistan’ı yeniden ele geçirme ve bu beyliklerin gücünü zayıflatmak üzere bir iç çatışma-askeri sefer durumu geliştiriyor. Hangi beyliğin üzerine gidiyorsa o beylikte buna karşı direniyor. Kendi gücünü kaybetmek istemiyor. İsyan denen budur işte! Aslında isyan değildir. Merkezi imparatorluğun eski antlaşmaları bozarak beyliği geriletme, gücüne el koyma yaklaşımına karşı önemli ölçüde ekonomik ve askeri olarak güçlenmiş Kürt Beyliklerinin kendi güçlerini koruma temelindeki direnişleri söz konusudur.
Bu direnme Baban Beyliğinden başlıyor. Botan Beyliğinin, Cizre Beyliğinin direnişi, Bedirhan Beyliği… Bedirhan Beyliği Osmanlı’nın çok zayıf olduğunu da görüyor. Aslında Osmanlı’ya kafada tutuyor. Bedirhan Bey Osmanlı’ya karşı imparatorluk ilan edecek kadar o gücü kendinde görüyor. Öyle görüyor da! Yaşadığı çağdan haberi yok, kendi durumundan ve gücünden haberi yok, bir ordu örgütleme durumu yok, savaş tarzında herhangi bir gelişme yoktur… Önderlik savunmada bunları çok iyi değerlendiriyor. Politika da birlikten uzak, tahriklere geliyor. Birleştirme yerine çatışmayı ve boyun eğdirmeyi öngörüyor, karşıtlarını çoğaltıyor. Yalnız bıraktırmak için birçok şey, komplo da geliştiriliyor. Sonuçta örgütleniyor. Şöyle deniliyor: Kürtlerde işbirlikçiliğin çok olmasından kaynaklı gibi gösteriliyor. Böyle değildir. O zaman küçük beylikler var. Bu beyler birbirine karşı politika yürütüyorlar ve birbirlerine karşı politika yürütürken bir üst devletten veya daha büyük olandan destek almak istiyorlar. Bu bir anlayış, zaten oraya dayanmak istiyor.
Dolayısıyla Bedirxan Beyin’in birliği içinde de öyle birileri bulunabiliyor. Bedirxan Bey de zamanında öyle yapmıştır. Ona ihanet edenin yaptığı da aslında Bedirxan Beyin ona yapmış olduğundan farklı bir şey değildir. Bir dönem onun başkalarına karşı yaptığını başka bir dönemde de Yezdan Şer ona karşı yapıyor. Böyle olmasının bu tarz bir maddi temeli var. O dönemin politikleşme tarzıyla bağlantılıdır. Bir de egemen güçler istihbarat faaliyetlerini çok yürütüyorlar. Karşı tarafı bölme, parçalama, oradan kendi yanlarına insan çekme politikası yürütülüyor. Bu sadece normal zamanda veya Kürdistan’daki Beylikler içerisinde olmuyor. Bir meydan da savaşa girmiş iki ordu arasında bile, savaş içinde bile bu yapılıyor. Birçok meydan savaşında böyle örnekler vardır. Bir ordunun yanındaki bir güç bir bakıyorsun, diğer ordunun safına geçiyor ve kendi ordusunu çökertiyor. Başta içinde yer aldığı ordusunu çökertiyor. Dolayısıyla olan beyliklerin ezilmesi oluyor.
Beylik gücü Abdulhamit döneminde Hamidiye Alaylarına-aşiret alaylarına dönüştürüldü. Beylikler ezildi. Kürt aşiretlerinin savaşçı gücü Hamidiye Alayları adı altında örgütlendirildi. Bugünün korucusu gibi imparatorluğa bağlı aşiret birliklerine dönüştürüldü. Beyleri yok edince yönetimsiz kalan toplumun dinamik gücünün hepsini Abdulhamit yönetimi o birliklerde topladı. Bu çok önemlidir. Toplumun aşiret sistemini tümüyle kendine bağlamış oldu. Toplumun dinamik gücünü o aşiret alaylarında birliklerde toplamış oldu. Böylece Kürt toplumunun ne egemen sınıfı kalıyor, ne aydını kalıyor, ne de dinamik toplum gücü kalıyor. Bir kısmını kırmış bir kısmını da egemenlik altına almış oluyor. Aslında Kürt uluslaşması, o kadim toplumun uluslaşma yönünde adım atması böyle engelleniyor. Bu çok önemli bir politika ve bu politikanın en ağır sonucu da Kürtlerde erken bir uluslaşmanın gelişimini de engellemek oluyor.
“Ermeniler erken uluslaştı, Kürtler geç kaldı” deniliyor. Geç kalmadı. Ermenilerde de oluşan tam erken uluslaşma değildir. Kürtlerde daha da erken olabilirdi. Kürtlerde uluslaşma eğilimi daha erken çıkıyordu, devletleşme eğilimi çok daha fazla gelişiyordu. Ermenilerden daha güçlülerdi. Ancak önce Kürt Beylikleri kırılıyor, sonra da Hamidiye Alaylarında denetim altına alınıyor. Böylece Kürt uluslaşmasının önü kapatılıyor. Bu güç Birinci Dünya Savaşı içerisinde kırdırılıyor. Toplumun doğal dengesi alt üst oluyor. Beylikler kırıldı mı dinamik gücüde kırılıyor. Toplumda denge kalmıyor. Aynı zamanda bir de Ermeni direnişine karşı bir bölümü de kullanılıyor. Tarih içerisinde oluşmuş olan Kürt-Ermeni dayanışması böylece kırılıyor. Düşman haline getiriliyor. Bir taşla birçok kuş vurmadır bu! Ondan sonra geriye ne kalıyor? İnkâr ve imha sistemini oluşturma ve dayatma kalıyor.
Şunu anlamamız lazım: Kürdistan’daki bölünüp parçalanma, inkâr ve imha diye tanımladığımız sistem dayatması, kültürel soykırım her yerde yoktur, benzeri yoktur. Küçük topluluklar bile bunu kabul etmezler. Kürtler gibi tarihin derinliklerinden gelen toplumsallıkta bu kadar ısrar eden bir toplumun böyle bir politikayı kabul etmesi mümkün değildir. Fakat kabul eder hale geliyor. Bunu anlama ve buna karşı mücadele etme gücünü gösteremiyorlar. Bu hale nasıl geliyorlar? Nasıl bir duruma düşürülüyorlar? Bu sistemi kabul edilecek konuma nasıl getiriliyorlar? Öyle kendiliğinden olmuyor. Normal toplum bu durumu kabul ediyor denemez. Öyle yaklaşmak kesinlikle yanlıştır. 19.yy’ın başından itibaren uygulanan politikaların Abdülhamit politikalarıyla Birinci Dünya Savaşı ile ulaştığı düzey buna yol açıyor. Burada hep şu öngörülüyor: Ermeni soykırımı oldu. Aslında 1925’den önce soykırımı Kürtler yaşadı. 19.yy’ın başından itibaren başlayan bir süreçtir. Kürtler 1906’dan sonra parça parça, bölge bölge zaten ağır katliamdan geçiyorlar.
Ondan sonra Birinci Dünya Savaşı içerisinde de en çok kırılan, dinamik gücünü en çok kaybeden toplum Kürtler oluyor. Ermenileri topluyor, sürgün ediyorlar ya da yollarda kırıyorlar. Kürtleri de Hamidiye Alaylarında kırıyorlar. Biraz ulusal bilinç, örgütlülük geliştirebilecek olanların hepsini kırıyorlar. Bunun anlaşılması lazım. Yok, bu bilinmese, buradaki kırım görülmese inkâr ve imha sistemi, Kültürel soykırım rejimi anlaşılamaz. Basit bir şey gibi görülür, normal gibi gelir. ‘Toplum normal seyretmiş, orada da bazı hatalarla onu kabul etmiş’ gibi algılanır. Hâlbuki toplumun bütün dengeleri iç örgütlülüğü kırılıyor. Dengeler alt-üst ediliyor. Dinamizmi yok ediliyor. Bu toplum bunu kabul eder hale getiriliyor. Yoksa Kürt toplumuna Birinci Dünya Savaşından sonra böyle bir sistemi dayatmak ve kabul ettirmek mümkün değildir. Tarih boyunca bu kadar yarı özgür yaşamış bir toplumun bunu kabul etmesi mümkün değil. Böyle bir katliamı kesinlikle kabul etmez.
O süreçte yaşananları iyi bilelim. Dahası da 20.yy’ın ilk çeyreğini iyi bilelim. 19.yy’ın sonu, 20.yy’ın başında Kürdistan’da neler yaşandı? Ortadoğu’daki savaş Kürdistan’daki toplum üzerinde nelere yol açtı? Ondan sonrası inkâr ve imhanın dayatılmasıdır. Buna karşı daha geri bir direnme durumları vardır. Biraz kültürel soykırım rejiminin hâkim kılınması karşısında ölmek üzere olan bir canlının çırpınması gibi gösterilen bir tepkiyi ifade ediyor. Mesela; Şex Said isyanı denen süreçte öyledir. Hepsi komplolarla oluyor. Zaten biraz arayış içerisinde olanlar, Azadi Cemiyeti öncesinden tutuklanıyor, idam ediliyorlar. Öyle bir örgüt filan yoktur. Tahrik ediliyorlar. Toplumun geri kalanları o tahrik karşısında bir tür provoke ediliyorlar ve katlediliyorlar. Aslında bilinçli bir provoke etme ve geri kalanları katletme zemini yaratma denilebilir.
Dersim hakeza öyledir. Zaten her şey planlı gelişiyor. Bir soykırım planı uygulanıyor. “Dersim isyan ediyor, ondan sonra isyana karşı katliamlar gelişiyor” sözlerinin hepsi yalandır. Askeri yapıya benzeyen biraz Ağrı’da var. Osmanlı’dan kalan bazı subaylar sınıra da dayanarak, bir tür askerliği geliştirmek istiyorlar. Fakat dayanakları çok zayıftır. Tecrit halde dar bir bölgede kalmışlar. Türkiye-İran Osmanlı-İran ittifaklarından gelen ittifakları var. Onlar şunu düşünüyorlar: Sınıra yakın olursak, belki biraz manevra yapma gücümüz olur. Ancak tarih bize öğretiyor ki sınırı iki devlet birlikte kapatıyorlar. Kürtlere karşı her zaman ortak hareket ediyorlar. Benzer durum orada da ortaya çıkıyor.
Rojhilat’taki hareketler de benzerdir. Simko Ağanın direnişi benzerdir. Mahabad Kürt Cumhuriyeti deneyimi, konjonktürden yararlanmak isteyen ama değişen konjonktürü de hiç göremeyen bir sistem oluyor. İkinci Dünya Savaşında İran’ın İngiliz, Amerikan ve Sovyet askerlerinin denetime alınmasında oluşan ortamda o merkezi İran egemenliği çökünce biraz onlardan etkilenme oluyor. Savaşın ardından onlarda çekildiğinde o boşluğu değerlendirmek istiyorlar. İkinci Dünya Savaşından sonra bütün mandalar, birçok alan bağımsızlık ilan ediyor. Doğu Kürdistan’da da yaşanan onların bir benzeri, biraz daha geri bir versiyonu oluyor. İlk KDP kuruluyor. Bir partileşme modeline adım atmaya çalışılıyor. Öylece partileşmeye dayalı olarak da Mahabad etrafında bir Kürt devletleşmesine adım atmak istiyorlar. Fakat Bedirxan Bey gibi siyasetten habersizler.Amerika, İngiltere ve Rusya İran’ı ortak denetimi altında tuttular, ama Hitler faşizmi yıkıldıktan sonra 1946’dan itibaren birbiriyle çatışmaya giriyorlar. O çatışma İran Şahının yeniden hızla güçlenmesini yaratıyor. Birçok güç destek veriyor. Bundan habersizler. Sanki önceki durum devam ediyormuş gibi sanılıyor. Şahlık kendini dış destekle büyütünce ortada desteksiz kendi başlarına kalıyorlar. Mahabad’da biraz modern bilinçlenme, aydınlanma, bir devlet olmaya doğru gitme eğilimi vardır. Ama siyasetten ve içinden hareket ettikleri konjonktürün doğru anlaşılmasından uzaklar. Dolayısıyla iç-dış dengeleri, ittifakları doğru kavramaktan uzaklar. Dolayısıyla güçlenen şahlık hemen ezebiliyor. Benzer durum Güney Kürdistan’da da var. Şex Mahmud Barzanci’nin hareketi daha önce orada ortaya çıkıyor. O Gazi Muhammed’den daha erken bilinçlenen; devlet olma, kral olma düşüncesini-iradesini göstermek isteyen bir kişiliktir. Fakat İngiliz siyasetini anlamada zayıftır. “Boşluk var, olabilirim” diyor. Ama İngiltere ona da fırsat vermiyor. İnkâr ve imhayı, Kürtlere Birinci Dünya savaşı ardından dayatılan sistemi anlamama vardır. Ona göre politika geliştirme arayışından yoksunluk vardır. Böylece o da kırılıyor.