Kadın cinayet kurbanlarının yüzde 70’i ‘sözde’ erkek arkadaşları tarafından öldürülüyorsa,,,
Medya DOZ
Mevcut dünya sınırlarında hiçbir ülkenin kutsal sayılabilecek, saygıya değer, sevilecek kadını yoktur demek çok keskin bir yargı ama acımtırak bir doğrudur. Kutsallıktan boşalan bir çağın, yalan ile örülmüş bir tarihselliğin eşiğinde duran insanlık, bu günahla yaşayarak her gün kavruluyor. Kadını tutuşturmayı amaçlayan ateş artık bütün evreni, insan olmaya dair bütün anlamları yakıyor. Kadınlara eskileri hatırlayabilecekleri, tarihi gerçeği ile yaşayabilecekleri bir mekân bırakılmamıştır. Bütün ülkeler erkek aklın yaratımı olan haritalarla bölünüp parçalanınca, kadının tutunacağı bir mekândan da söz edilemez ve kadın açısından kendine ait bir zaman yaratmak istemek, en ölümcül savaşa girişmektir. Eril örgünün simgesi olan sisteme kılıç çekmektir. Kadın olmak en zor insan konumunda olmanın ifadesidir. Erkek gerçeğinin yaşadığı soruna her çapta bir değerlendirme ya da yorum bulabilirsiniz, ama kadın sorununa ancak evrensel çapta bir akıl ve duygu ile yaklaşılırsa doğruya yaklaşılmış olunur. Yaşadığımız kamusal alanlarda nereye dönsek bir erkek kurumu ile karşılaşırız. Kuramını binlerce yıl icra etmiş, kurumunu ve kurum konumunu sağlamlaştırmış bir erkek dünyasında kadınlar adeta nefessiz bırakılmıştır. Kadınlar için her gün üretilen bir cinsiyetçilikle yaşamak gerçek aklın ölümüdür. Nasıl bir yalanla karşı karşıya olduğunu bilmek daha doğru bir yaşam arayışına vesiledir, ama yalanı benimseyerek yaşamak affı zor bir vicdansızlıktır. Eril ideoloji eril dilinin sivriliğini yontarak her hücreye sızmayı şimdilerde iş biliyor. Ve böylece toplumun iç dinamikleri çürütülüyor. Hayat tanımsız bir kadınlık ve ucubeleşmiş bir erkeklikle gerçek anlamından boşalıyor.
Toplumsal gerçeğin yaratımında öncü olan kadın bugün toplumsal tüketiciliğin öncüsü yapılmaya çalışılıyorsa, bunu kapitalizmin insanlık değerlerinden aldığı intikam olarak algılamamız hiç de yanlış değildir. Çünkü kapitalizm kendi karşıtı olan ahlaki politik toplumun mimarının kadın olduğunu çok iyi biliyor. Bu açıdan kadını politika dışındaki alanlarda sömürüyor, ahlakın çürütülmesinin nesnesi haline getiriyor. Kapitalizmin en büyük silahı, tarihsel akış içinde kutsal olanı yaratan elleri, bugünün eylemleri içinde devşirebilmesidir. Kapitalizm en çok sevgiliyi sevgiliye öldürten, çocuğu babaya öldürten, kadını erkeğe öldürten sistemdir. Gerçek kadının özü sınıfsız, ırksız, devletsiz, despotsuz olunca açığa çıkabilir, gerisi yeni kadın katliamlarına kapı aralamaktan öteye gitmez.
- Bugün dünyada her üç kadından biri fiziksel şiddet görüyorsa,
- Her yıl yaşları 5 ile 15 arasında değişen iki milyona yakın kız çocuğu fuhşa zorlanıyorsa,
- Dünyada her 6 dakikada bir kadına tecavüz ediliyorsa,
- ABD’de her yıl dört milyon kadın şiddete maruz kalıyorsa,
- Güney Afrika’da her 90 saniyede bir kadına tecavüz ediliyorsa,
- Çin’de 1 milyon kız çocuğu sadece kız oldukları için anne karnında öldürülüyorsa,
- Irak’ta savaşın ilk aylarında yirmi bin kadına tecavüz edildiyse,
- Her yıl 2 milyon kadın uluslararası kadın ticaretinde kullanılıyorsa,
- 15-40 yaş arası birçok kadın toplumsal cinsiyet kökenli şiddet nedeniyle ölüyor ya da yaralanıyorsa,
- Kürdistan’da her yıl yüzlerce kadın bedenini ateşe veriyor, intihar ediyor, namus cinayetlerine kurban gidiyor ve hiç tanımadığı bir erkeğe para karşılığında satılıyorsa,
- Her üç kadından biri dövülüyor, cinsel ilişkiye zorlanıyor ya da taciz ediliyorsa,
- Kadın cinayet kurbanlarının yüzde 70’i ‘sözde’ erkek arkadaşları tarafından öldürülüyorsa ve bu oranlar her gün biraz daha yükseliyorsa ölüm yalancı ve zalim erkekliğin yarattığı bu karanlık dünyada kol geziyor, yaşamın kutsallığına kıyam getiriyor demektir. Ve her gün binlerce kadın sesli ya da sessiz aramızdan ayrılıyorsa, ölümün soğuk nefesi kadınların ensesinden, bedenlerinden ve ruhlarından hiç eksik olmuyorsa, yeni doğacak her varlık ana rahmine geri dönmek istiyor demektir.
Ölümün her türlüsünü yaşamaya açık bırakılan kadın kişiliği asla uzun vadeli yaşamları düşüncesinin merkezine koymaz. Kısa vadeli, yanıp tutuşmak ve sonra tükenmek gibi algılarsanız yaşamı, güzel eylem sahibi olamazsınız. Bunca çirkinliğe tabi tutulan kadın ne gerçek anlamda yaşayabilir ne de bu kadınla onurlu yaşanabilir. Size hep çirkin muamele ediliyorsa, kendinizi aşağılık hissetmemeniz için bir gerekçe yoktur. Hakaretler hayatınızın her anında karşınıza çıkıyorsa, içinizden kimseye güzel söz söylemek gelmez. Size mülk gibi yaklaşılırsa, aklınıza kendinize ait olma fikri gelmez, başkasına ait olanın, kendi özüne bir güzellik ekleme gibi bir fikri gelişemez. Böyle inşa edilmiş bir kadın aynaya kendisi için bakmaz, kendisi için var olmaz, ruhuna sahip çıkamaz. Bedenine saygı duymaz, ısmarlama duygularıyla gerçek anlamlar yaratamaz. Sistemin yaratımı olan kadın kendinden başka herkesindir. Alıştırılmış kadın köleliği böyle bir şeydir, korku ve karanlıktan ibaret, sonradan inşa edilmiş sosyal bir yapılanmadır ve bu gerçekliğin kadın doğası ile hiç bir alakası yoktur. İnşa edilen iradesiz cins kimliklerine karşı koyup kendini tanrısal bir güçle yeniden yaratmadan nefes almanın anlamı bile tartışmalıktır.
Kadın kelimesinin yanında, mal, mülk, nesne, beden, ölüm, karanlık, korku gibi kelimeler çokça kullanılır. Ama nedense bu kadar kötü isimlendirmeye rağmen kadınla birlikte olmanın çelişkisi fazla yaşanmaz. Daha çok “nasıl oluyorsa olsun ama benim olsun” anlayışı hâkimdir. Çirkinleştirenin çirkinle yaşama mecburiyetinin çıkmazı, kör tuzağı gibi bir durum. Öyle ki kendini kendi elleriyle yaratmayan kadın hiçbir zaman gerçek anlamda yaşıyor sayılmaz. Anlamak lazım ki hiçbir kadın sınıflı, devletli, erkek yaratımı bir sistemde gerçek kişiliğini yaşayamaz, enerjisini bağımsız bir şekilde akıtamaz ve hangi sınıftan olursa olsun, dünyalar da ayağına serilse mutlu olamaz. Zira gerçek mutluluk direkt özgürlükle bağlantılıdır. Bu anlamda varlığın kendini kendi hakikatiyle tanımlaması, kutsallıkla yeniden buluşması, yaşamın anlam kazandığı özgürlük anı olarak görülebilir. Etrafı çepeçevre sarılmış kadın, gittiği her yerde bir duvarla yüzleştiğinden, ufuk ve arayış kelimeleriyle ancak erkeğin tekelindeki alanlarda tanışıyor ve bu onu hayatın gerçek anlamından fersah fersah uzaklaştırıyor. Kendine anlamdan bir dünya yaratamayan kadın inşa edilmiş anlamsızlıklara mahkûm oluyor.
Erkeğin çirkin kurgularının kurbanı olan kadının yaşamdan, yaratımdan zevk alması beklenmemelidir. Böylesi bir kadının gerçek duygu ve düşünceleri hatta kendine ait hayalleri bile olamaz, nesne olmanın yanı başında öznel ve metafizik olan hayal ve ütopyanın ne işi olabilir ki… Hayal kuramayan kadının geçmişi ile tüm bağları koparılmıştır, sadece şimdi için kullanılmanın, bir nesne olarak özneye sunulmanın vahşi pazarındadır. Böylesi bir kadının hiçbir şeyi doğal olmadığı gibi normal de değildir. Sistemin yaratımı kadın kompleksle, kıskançlıkla, yalancılıkla, yapaylıkla doludur. Zira size sade olma şansı tanınmamışsa kompleksli ve kaprisli olursunuz. Başkaları için yapılandırılmışsanız kendinize ait olamazsınız. Size ulaşabilecek bir hayat bırakılmamış ve başkalarının hayatında bir eklenti gibi duruyorsanız hep başkalarını kıskanırsınız. Doğanızla yüzlerce kez oynanmış ve birileri için kurgulanmışsanız ancak yapay olabilirsiniz. Sarılacak bir doğrunuz, ifade bulacağınız bir gerçek bırakılmamışsa, yalana sarılırsınız. Yukarıda sıralanan bütün özellikler kendi doğasından kopmuş erkeğin özellikleri olup kadına içerilmiş olan özelliklerdir. Şimdinin çıkarlarında öncesiz kılınmak en büyük kişiliksizleşme oluyor. Aslında kişiliksizleşmek, başkaları için yaşamak değil, ölmek oluyor. Başkaları için şarkı söylemek değil, ebediyen susmak oluyor. Başkaları için giyinmek değil, öz benliğinden soyunmak oluyor… Bu anlamda kadın da şimdi ve tarih gibi birbirinden ayrılarak her anlamda ikiye bölünüyor. Oysa Önderlik “Akıllı, zeki ama şeytanın birkaç özelliğini de kapmış melekler olun” derken bütünlüklü ve mücadeleci kadın kişiliğini kast ediyor. Ruhunu teslim etmiş kadının tersine, bütün değerleri hırsızlayan sistemin zıt kutbunda duran, aklı ve ruhu ile yeni yaşam uğruna amansız kavgalara girişmiş kadın gerçekliği ifade ediliyor.
Öncesizlik algısı bugün insanın her türlü günahı işlemesinin sebebidir. Kadın için öncesi yok sayılan, tarihsiz kalan algı yaratımı katliamların en büyüğüdür. Çünkü tarih ve şimdi arasında yaratılan uçurumlar kadının kimyasına zehir bulaştıran, her türlü değere ihanet ettiren bir gerçektir. Tarihsizlik toplumun gerçek ölümünü bağrında taşır. Tarihsiz kalmanın diğer adı yalanla yaşamayı öğrenmektir. Yalan, hile, gizlilik, kapalılık ataerkil zihniyetin ürünüdür. Ana toplum, doğruluk kadar iyiliğin, açıklık kadar dürüstlüğün, emek kadar yaratıcılığın ürünüdür. Bugün öncesiz, tarihsiz yaşamayı kabul etmek, insanlık adına geçmişte yaratılan bütün kutsallıkları inkâr etmektir. Tanrıçalar yoktu demektir. Kadınların tanrıçasallığını inkâra yönelmek ve kadınsallığın tanrıçasal bir öz taşıdığını inkâr etmek, her tür yalanı söylemenin başlangıç noktasıdır. Bu tuzak içinde yaşamaya mecbur bırakılan hiçbir kadın kendisini yaşayamadığı gibi bu kadınla yaşamak da insanın hafızasında ihaneti çağrıştıran bir algı oluşturur. Erkek aklının ahlaktan koptuğu ve kadını inkâr ettiği günden bu yana dünya büyük felaketlere sürüklenmiştir. Düşünün ki bütün insanlığın anası, doğanın kendini en iyi ifadeye kavuşturduğu kadın insanında bütün hakikat cayır cayır yanıyor. Aşkın şaha kalktığı cennetimsi kadın toplumsallığının özgür fertleri teker teker avlanıyor. Esaret zihinlerde ağlarını örüyor. Kadın arkasına baka baka, geçmişinin gerçekliğinden bir hayal kadar uzaklaşarak bugüne gelmiş bulunuyor. Biz bir iki kelimeyle ne kadar da rahat ifadelendiriyoruz. Oysa kadınlık on binlerce yıldır eril, iktidarcı zihnin yaratımı olan işkenceli yaşamı yaşıyor, öz benliği cenderelerden kurtulamıyor. Aklını kullanamıyor, kendine güvenemiyor, duygusunu güzel olan için şekillendiremiyor, her şeyden önemlisi de inandığı gibi yaşayamıyor. Cismine anlamlı bir isim bulamıyor. Kendini kendine ait hissetmiyor. Bu kadın tipi gerçek anlamla buluşamayınca, yanılgılarla yaşamayı zorunluluk olarak sayıyor.
Sistem bir cinsi tanımsız bırakıp bir cinsi de yalan dolu bir kimlik sahibi kılarak yaşıyor ve yaşam böyle zehirleniyor. Kadın günümüze kadar da tanımlanamamıştır. Çünkü tanımlanmak kimlik kazanmak demektir. Kimlik kazanmış kadın ise sistemin başına beladır. Bu yüzden kimliksizlik sistemin kadına verdiği en büyük cezadır, Havva’nın Âdem’in kaburgasından doğduğu miti bu kimliksizliğin öyküsüdür. Yine kadın sistemin zihninde yarımdır, tamamlanmış olmak müdahaleye kapalılık anlamına geldiğinden sistem kadının asla kemale ermesini istemez, çünkü kemale ermek hakikatini bulmuş, tamamlanmış benlik ve kimlik demektir. Kadın tamamlanmamıştır, hatta her gün eksik ve yarımlıkları hatırlatılarak üstüne eklenecek her türlü ahlaksızlığa razı olmasının mecburiyet teorileri yapılmaktadır. Egemenler her zaman için kadına ekleyecek bir şey bularak kadını aslında eksiltir, kadın dünyasını yontan, her gün kıymık kıymık kadını doğrayan bir dünyada yaşıyoruz. İnşa edilen kadınlığın alfabesi hiçbir dilde anlam kazanmamaktadır. Yeryüzünde kadın kadar kendi öz benliğinden, tarihinden, varlık olma bilincinden uzaklaştırılan bir varlık daha yoktur. Etrafında mitoloji-din-felsefe-sanat ve bilim alanlarında çok geniş bir bilgi yapısı ve sistemli kurgular inşa edilmesine karşın kadın varlığı hep ücralarda, karanlıkta bırakılmıştır. Her varlık kendi tarihinin gölgesinde yaşar, bu anlamda kadının bir yanı dün cadı avında ateşte yanıyor, bir yanı bugün tir tir titriyor. Bir yanı dün Hypatia ile evren keşfinde bilge olduğu için suçlanıp taşlanıyor, bir yanı bugün inkârcı bir cehaletle darağaçlarına çekiliyor. Aslında kadın için ölümün sebebi her zaman ve mekânda aynıdır. Roma’da da Kürdistan’da da ölüm aynı acıyı yaşatıyor. Dün ya da bugün olması sadece bir zaman farkı, kaldı ki kadının hafızasında dün ve bugün keskin ayrıştırmalar yaşamaz, kadın şahsında insanlığa dayatılan hafızasızlık çok tahribat yaratsa da tarihin genlere işlediğini unutmamak gerek.