Kadın

İMRALI SİSTEMİ VE ÖZGÜRLÜK TEZLERİ

İnsanlık tarihine baktığımızda ada cezaevleri birçok halkın tarihinde önemli bir yer edinmiştir. Uygarlık sisteminin kendince terbiye etme, ehlileştirme yöntemlerinden olan cezaevleri değişik biçimlerde varlığını korumuştur. M. Foucault’un deyimi tüm “haneler” toplumu sisteme entegre etme çabalarıdır. Cezaevi sisteminde ada cezaevleri daha özgün bir yere sahiptirler.  Bu zindanlarda deyim yerindeyse uygarlık sistemini, güçlerini en çok korkutan insanlar tutulur.  Adalar mahkumların kaçmaması açısından tercih edilen yer olur. Yani güvenlik sorununu çözdüğü için tercih edilir. Uzun süreli hapis cezaları açısından tercih edilen ada cezaevleri, koşulları itibariyle zaman içinde bireyi tüketen, bir anlamda zamana yayılan ölümü simgeler. Buraya girdikten sonra çıkmanın imkansız olduğunun yaşanmış tarihi örneklerden biliyoruz. Ada cezaevlerinin kuruluşuna ilişkin bir kaynaktan şu bilgileri öğreniyoruz: “Adalardan kaçmanın zor olması nedeniyle 1. Dünya savaşı sonrasından bazı adalar hapishane olarak kullanıldı. Tarihe geçen en ünlü ada hapishaneleri,  Hazar Denizin de bulunan Nargin, Sardunya, yine Asinara, Akdeniz’ de Malta, Sahalin, Kuzey Buz denizindeki Solevest, Hindi yakınlarındaki Malaya adasıdır.” Bu adalarda, uygarlık sisteminin düşünce suçları diye tanımladığı kesimler ile savaş esirleri tutulmaktaydı ve halen tutulmaya devam ediliyorlar. Bu ada cezaevleri bir anlamda sürgün yeri, toplama yeri olarak da kullanılmıştır. Starlin zamanında yazar ve muhalif siyasetçilerin birçoğunu Ohotsk denizinde bulunan Sahalin adasına gönderilmiştir. Burada tutuklu olan yazarlar, eserlerinin birçoğu burada kaleme almışlardır. Nobel barış ödülü olan ‘Gulag Takmadalar’ bunlardan biridir.  Rejim karşıtı olarak ele alınan Namık Kemal sürgün edildiği Magosa adasında şiirlerini yazmaya devam etmiştir. Amerika’da bulanan Alcatraz adası ilk başta bir askeri cezaevi olarak kullanılıyor,  1934 yılından itibarinden siyasi tutuklular için kullanılmaya başlanıyor. Buradaki hayatı konu olan film ise dünya rekorları kırdı. Dünyaca ün kazanmış birçok yazar, siyasetçinin tutuklandığı ada cezaevlerinde kalanlardan biri de Napolyon’dur. 1813’ de yakalanıp Elbe adasına götürülüyor. Burada kaçmayı başaran Napolyon ikinci kez tutuklanarak Helen adasına konuluyor. Ve ölünceye kadar da burada kalıyor. Ölümüne de neden olan karaciğer yetmezliği, solunum yolları hastalığı olduğu söylenir. Çünkü tüm ada cezaevleri nemlidir ve sağlık koşulları açısından oldukça zordur. Çok az insan bu adalarda elli yaşına ulaşmıştır. Uygarlık sisteminin farklı yani kara bir yüzü bu ada cezaevlerinde varlık bulmuştur.

Ada cezaevleri hem tarihsel hem de güncel açıdan bir de tecrit olgusuna konu olmuştur. Uygarlık sisteminin genel siyasi mantığının bir parçası olan ‘Yüksek Güvenlikli’ cezaevleridir. Yüksek Güvenlikli diye nitelenen cezaevlerinde tutuklu ve hükümlüler ‘hücre hapsine’ tabi tutularak,  genel ilişkilerine daha özel ve çok dar sınırlamalar getirilmekte, savunma, iletişim, aile görüşü vb. konularda diğer kategorilerde düzenlenen cezaevlerinden farklı uygulamalara tabi tutulmaktadırlar. Bu cezaevlerinde en temel sorunlardan biri de, tutuklu ve hükümlülere ikinci bir cezaevi sistemi gibi uygulanan tecrit ve izolasyondur. Bu uygulama, yargısal bir süreç sonrasında kesinleşen bir mahkeme hükmüne dayanan cezanın yanında doğrudan infaz uygulamalarından kaynaklanan ve yasal hiçbir dayanağı olmayan ikinci bir ceza niteliği taşımaktadır. Yüksek Güvenlikli olarak ifade edilen bu cezaevi uygulaması her zaman siyasal muhalif lider ya da örgüt kadrolarına uygulanmış ve bu uygulamalara ilişkin gerek insan hakları boyutu gerekse uygulamaların yapıldığı ülkelerin infaz hukukuna uygunluğu boyutu ile tartışmalara konu olmuştur. Ancak tüm bu uygulamalar kamuoyunun bilgisinden, bağımsız yargı ve benzeri idari denetleme organlarının denetiminden uzak tutulmuş,  halen birçok ülkede tutulmaya da devam edilmektedir. Yüksek Güvenlikli cezaevlerinde kalanların kaleme aldıkları ve kısmi de olsa burada yapılan birtakım incelemeler sonucu, buradaki sistemin, geliştirilen politikaların asıl amacının bireyi yalnızlaştırmaya dönük olduğu belirtiliyor. Dünyadan yalıtma, cezaevinde olması nedeniyle zaten sınırlı olan ses, renk, ufuk, açık hava, toprak gibi doğasal etkenler ile etkileşimi sınırlayarak algı da yanıltma ile fiziksel duyularda bir yalnızlaştırma sağlanmak istenmektedir. Bireyin düşünsel ve duygusal algılamasına, kişisel çevresine, ilgi alanına girebilecek sosyal ve siyasal olaylara, bulunduğu toplumda yaşanan gelişmelere kadar tüm sosyal çevresine ilişkin bilgilemesini engelleyerek, aile ve avukat gibi kendisine bilgi verebilecek duygusal etkilenmeler ve bilgilenmeler yaratacak olanakları da engelleyerek, sosyal çevreden koparmayı hedefleyen sosyal bir yalnızlaştırma hedeflenmektedir.

Tüm bu uygulamalar Avrupa’nın birçok ülkesinde halen yaşanmaktadır. Her ne kadar birtakım kanunlar, kurallar bu tür özel uygulamalara dönük bir iyileştirme yaklaşımı esas alınsa da, pratik de yaşanılanlar var olanın süreklileşmesine dönüktür. Tarih bir de bu anlamda egemen güçlerin özgür düşünce ve umudu hapsetmeye dayalı politikalarının çeşitli örneklerine tanıktır. İmralı da bu örneklerden birisidir. Yazıya başlarken kısa da olsa genel ada cezaevlerine değinmek istedim. İmralı sürecinin bununla daha iyi anlaşılacağına inanıyorum. Çünkü İmralı süreci, insanlık tarihi açısından bakıldığında özü itibariyle bir ilk değildir. Ancak İmralı’nın da kendine has özgün yanı var. Türkiye gerçeğini, Kürt sorununu ve Önder Apo’yu ele aldığımızda İmralı süreci sıradan bir hapishane öyküsü değildir. Bunu salt bir siyasi yaklaşımla da ele almak yetersizdir. Çünkü İmralı sistemi uluslararası bir sistemdir.

1999 komplosu ile Kürtler açısından farklı bir anlama sahip olan İmralı adasının geçmişi çok eskiye dayanmaktadır. İmralı’yı konu alan bir kaynak, bize şu bilgileri sunmaktadır; “Bursa’ya bağlı İmralı adası Türkiye’nin en az bilinen ve tanınan, hakkında hiçbir araştırmanın yapılmadığı bir coğrafyadır. İmralı, Marmara denizinin güneydoğusunda, Gemlik körfezi açıklarında, kuzeydoğu, çekiç biçimde Boz burun’dan 1.28, Karacabey’den 8, Mudanya’dan 22 mil uzaklıkta, kuzeyi denize dik kayalıklı, güneyi nispeten az engebeli, ormanla kaplı, içinde tatlı su bulanan bir adadır.” İmralı adası üzerinde arkeolojik araştırma yapılmadığı için her hangi bir bulguya rastlanmamakla birlikte M. Ö 5000’lere varan bir tarihi olduğu tahmin edilmektedir. Britanya, Dor, Aka ve Hititlerin denetimde olan bu ada daha sonra Roma imparatorluğunun eline geçiyor. Uzun bir süre Roma imparatorluğunun denetimde kalıyor. İmralı adasından birçok tarihçi yaşadığı söylenilir.  Adada pek çok manastır ve kilisenin de olduğu belirtilir. Ancak bu eserlerden günümüze çok azının kalıntıları kalmıştır. Resmi tarih kitaplarında İmralı adasının 1308’ de Emir Ali Bey tarafından fethedildiği yazılıdır. Birçok kaynakta Orhan Bey zamanında fethedildiğini belirtir. 1300‘lü yılların ilk yarısında Türk hakimiyetine geçen ada “Cezire-i Emir Ali” adıyla tarih seyrine devam etmiştir. Adada cumhuriyet dönemine kadar Ortodoks Rumlar yaşamıştır. İmralı adasına cezaevi kurulma fikri 1933 yılında ortaya atılmıştır. Alınan karar temelinde ada bulunan harabe halindeki kilise yapılarak, etrafından duvarlar yükseltilerek 11 Ağustos 1935’de bir cezaevi olarak faaliyete geçer. İmralı cezaevinin ilk tutukluları İstanbul ve Bursa’da cinayet suçundan yatan elli hükümlü olur. Bu süreçten başlayarak Önder Apo’nun yakalanmasına kadar İmralı cezaevinde toplam 247 hükümlü kalmıştır.

İmralı adası son yüz yıllık tarihi açısından ele alındığında sınırsız acılara, sürgünlere, idamlara tanıklık eden bir adadır. Günümüzde Önder Apo ile yeni bir role tanıklı etmektedir. İmralı adasında Önder Apo öncesi de birçok sanatçı, yazar ve siyasetçi kalmıştır. Birçoğumuz İmralı’yı belki ilk kez Yılmaz Güney ile birlikte tanıdık. Yılmaz Güney’in tutsaklık mekanlarından birisi de İmralı adasıydı. Yine Rıfat Ilgaz, İbrahim Balaban, Rus ressam Angulos Stafonod gibi ünlü aydınlarda burada kalmışlar. Bazılarımız da İmralı’yı Adnan Menderes’in idam edilmesi ile birlikte tanıdı. İmralı bu anlamda Türkiye siyasal tarihinde önemli bir olayın mekanı olmuştur. 27 Mayıs 1960’tan sonra, Demokrat Parti ileri gelenleri adaya getirilerek burada kurulan mahkemelerde yargılandılar. Bu yargılama sonunda dönemin Başbakanı Adnan Menderes ile Bakanları Hasan Polatkan ve Fatih Rüştü Zorlu İmralı’da idam edildiler.

İmralı adası salt tarihsel yanı ile değil bugün dünyada en fazla bilinmesinin, tanımasının asıl nedeni Önder Apo’nun burada tutuklu olmasıdır. Burada öne çıkan Önder Apo’nun kişiliği ve konumudur. Kürt halkı açısından temel bir merkez olan İmralı,  hepimizin düşüncelerine, düşlerine girmiştir. Bu nedenle bu adanın konumu, siyaseti, hukuku, insan hakları açısından ciddi bir tartışma konusudur. İmralı sistemine dönük Önder Apo birçok açıdan bizleri aydınlatan bilgiler vermiştir. Yine Önder Apo’nun avukatlarının izlenimleri, görüşleri temelinde sistemin bizler açısından belli boyutları ile de olsa tanınması sağlanmıştır.

İmralı Kapalı Ceza ve Tutukevi iç yönetmenliği kapsamında olan 2. Maddesi, “Terör suçlarından dolayı tutuklu ya da hükümlülerin barındırılmasına tahsis edilmiş olan İmralı Kapalı Ceza ve Tutukevi’nde yüksek güvenlik tedbirleri uygulanır” diye bir açıklama bulunmaktadır. Bu açıklama bu cezaevinin ne kadar özgün olduğunu belirtiyor. Bu yönetmenlik ile niteliği ‘Yüksek Güvenlikli’ olarak belirlenen İmralı cezaevi Türkiye’de mevcut cezaevleri ile en azından F-Tipi olarak nitelenen cezaevleri ile benzer uygulamaları içeren bir cezaevi olarak kamuoyuna kabul ettirilmek istenmektedir. İmralı kapalı cezaevi doğrudan bir tek bireye göre konumlandırılması ve ‘Yüksek Güvenlikli’ cezaevlerinin en temel eleştiri noktası olan özgün, bireyi doğrudan hedef alan özelleştirilmiş cezalandırma mantığına göre kurgulanan uygulamalar ile bu anlamda belki dünyada tek örnektir. Siyasi iradenin kararları doğrultusunda 15 Şubat 1999 tarihinde yarı açık cezaevi statüsüne sahip olan İmralı, uluslararası komplo ile Türkiye’ye teslim edilen Önder Apo için tam bir gözaltı merkezine dönüştürülmüştür. Ardından yasal statüsü belirlenmeden hem bir tutukevi hem de yargılamanın yapıldığı bir mekan olarak kullanılmıştır.  Yapılan düzmece yargılama sonucunda da yapılan bir iç yönetmenlik ile İmralı adasında bulunan cezaevi ‘Yüksek Güvenlikli’ ve tek kişilik bir cezaevi olarak nitelenmiştir. Ahlaki olmadığı gibi hukuksal açından da ciddi bir dayanağı ve meşruluğu olmayan bu yasalar ile başta Kürt kamuoyu olmak üzere ulusal ve uluslararası çevrelerin olası müdahalesi veya itirazlarını önlenmek istenmiştir. Bu anlamda İmralı Cezaevi ‘Yüksek Güvenlikli’ cezaevleri içinde, doğrudan bireyin konumu ve izolasyonu, yalnızlaştırılmasını, sistemini bireyden yola çıkarak izleyen, bir birey özelinde uygulamalar çerçevesinde kurulmuş olması ile özgün işleyişe ve mantığa sahiptir. Bu mantık ve işleyiş içinde İmralı’nın fizik koşulları önem taşımaktadır. Önder Apo’nun yakalanmasından bu yana özel tecrit uygulamalarının dışında avukatlar sürekli olarak Önderliğimizle görüşmüşlerdir. Onlarından izlenimlerinden yola çıkarak İmralı’nın fiziki koşullarını tahmin edebiliriz. Avukatlar adaya ilk gidildiği günler ile bugünkü arasında yapısal anlamda önemli değişiklerin olduğunu belirtiyor. İlk günlerde ada yasak bölge ilan edildiği için sivillerin girmesi yasaktı ve ada çevresinde karada ve denizde büyük güvenlik önlemleri görülüyor. Ancak son beş yılda giderek, ada da güvenliğe yönelik teknik donanımda ciddi bir değişim olduğu görülmektedir. Adanın her tarafının kamera sistemi ile kontrol edildiği,   girdisi-çıktısı olan her yere el şifreleri ile girildiği, günlük kayıtların tutulduğu, fiziki aramaların yanında teknikle birtakım arama ve kontrollerin yapıldığı avukatlarca belirtilmektedir. Bunun dışında adada varolan binalar onarılıp, güvenlik amacıyla kullanılıyor. Adada bine yakın askerin görev yaptığı da söyleniliyor. Bu koşullar altında Önder Apo, bodrum katında iki katlı olan bir yerde tutulmaktadır. Binanın alt ve üst katlarının infaz koruma memurları ve yöneticileri tarafından kullanıldığı tahmin edilmektedir. İmralı cezaevi olarak tanımlanan yerin birbirinin benzeri üç odadan oluştuğu söyleniyor. Her biri 13 metre karelik olan bu odaların birinde Önder Apo kalmaktadır. Orta odada avukat görüşleri yapılmakta diğeri de aile görüşmelerinde kullanılmaktadır. Aile görüşü camın arkasından telefon aracılığıyla yapılırken, avukat görüşü ise açık yapılmaktadır. Önder Apo’nun kaldığı oda kamerayla yirmi dört saat kontrol edilmektedir. Yine salon kapısının mazgalından da yirmi dört saat infaz koruma memurları tarafından gözlenmektedir. Bu tür uygulamaların amacını görüşme notlarında işleyen Önder Apo, bir kez daha yaratılmak istenen gerçeklikler karşısında kendi direnişini kendine özgü yöntemler geliştirip, süreklileştirmiştir.

Beslenme açısından özel bir uygulamanın olmadığı, adadan çıkan yemekler Önderliğe verilmektedir. Adada bulunan kantinden alışveriş yapmak imkanı tanımamaktadırlar. Oysaki yerel mevzuat kapsamında Ceza İnfaz Kurumlar ile Tevkif Evlerinin Yönetimine ve Cezalarının İnfazına Dair Tüzüğün 138. Maddesi ve İmralı Kapalı Cezaevi ve Tutukevi iç yönetmenliğinin 10. Maddesi uyarınca, düzenlenen kantinden asgari düzeyde bile olsa ihtiyaç duyacağı malzemeleri alabilmesi olanağı tanınmış olmasına rağmen, bu olanak hiçbir makul gerekçe gösterilmeden keyfi bir şekilde Önderliğimize tanınmamıştır.  Bu konu da avukatların belli aralıklarla resmi idari ve adli makamlara yapılan başvurularına olumsuz yanıt verilmiştir.

İmralı adası nem oranı çok yüksek olması, yine Önder Apo’nun tutulduğu koşulların ağır tecrit ve izolasyon gerçeği ile birlikte değerlendirildiğinde, uzun vadede burada, bu ağır şartlar altında yaşamanın insan üzerinde fiziksel ve ruhsal tahribatlar yaratması kaçınılmazdır.  Önder Apo Türkiye’ye ilk getirildiğinde sadece sinüzit problemi vardı. Ancak sonrasından Anjin, Faranjit, Alerjik, Rinit ve Astım gibi çeşitli rahatsızlıkları olmuştur. Önder Apo, sağlığı açısından, zaman zaman varolan sorunlarına değinmiş, bu konuda gerekli kurumlara başvuruda da bulunmuştur. Önderliği görmeye giden kimi doktorlar siyasi idarenin görüşü doğrultusunda yaklaşım belirlerken,  kimi doktorlar da hazırladıkları raporda, bu hastalıkların yol açacağı ciddi sağlık problemine vurgu yaptılar. Avukatlar aracılığı ile kamuoyu ile paylaşılan bu bilgiler bir kez daha Önderliğimizin sağlığı açısından varolan endişeleri çoğalttı. Bir takım girişimler sonucu İmralı adasına gelen Dünya Sağlık Örgütü aynı kaygıları paylaşarak, koşulların değiştirilmesini gerektiğini söyledi. Ancak sadece söyledi, bunun değiştirilmesine dönük herhangi bir girişim ve çabada bulunulmadı. Önderliğimizin sağlık durumunun teşhisi için gerekli tıbbi teknik malzemenin adaya götürülmemesi de kabul edilir bir gerekçeye dayanmamaktadır. İmralı bugün dünyanın en ileri güvenlik teknikleri ile korunan bir ada olmasına rağmen, sağlık alanında buna denk bir donanımı esas almaması düşündüren bir yaklaşımdır. Bu bir paradokstur ve sistem bunu bilinçli geliştirmektedir. Son yıllarda daha da ağırlaştırılan tecrit ve izolasyon Önderliğimizin sağlık sorunlarının daha da çeşitlenerek, artmasına neden olmuştur. Bu konuda hepimizde yaşanan ciddi kaygılarda söz konusudur. Ve açıkçası bu konuda net bilgilere sahip değiliz. Sağlıklı yaşama hakkı kutsal, aynı zamanda evrensel bir haktır.  Ahlaki açıdan yaklaşıldığında sağlıkta siyasi kimlik geçerli değildir. Bu konuda Önderliğimiz, doktor isteme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Nasıl ki avukat isteme hakkı veriliyorsa aynı zamanda doktor isteme hakkı da verilmelidir. Bu konuda yasal bir takım engeller olduğundan avukatlar AİHM’e kadar gittiler, ancak bu konuda sağlıklı bir karar henüz verilmiş değil. AİHM’in kendi iç yönetmenliklerinde, tüzüğünde doktor isteme bir kural olarak yer almasına rağmen, bu hak Önderliğimize tanınmamaktadır. Bu bize, Önderliğimize siyasi bir yaklaşımın olduğunun da göstergesidir.

 İmralı tek kişilik tutukevi sistemi, işleyişi ve süreci üzerine söylenecek, değerlendirilecek çok şey vardır.  Önemli olan Önder Apo’nun buradaki duruşu ve mücadelesidir. Önder Apo, İmralı süreci için; “Özellikle İmralı tek kişilik tutukevi sürecim; tarih boyunca alışılan çürütmeye karşın, hem felsefi hem pratik bilimsel bir çözümün sadece şahsım ve Kürt halkı için değil, tüm insanlık için çıkış bulabileceğini kanıtlıyordu. İmralı sürecinin bireysel olarak dönüşümümdeki etkilerinin, bu Savunmada çarpıcı olarak işlendiği kanısındayım. Başta Kürt halkı ve yoldaşlar ile dostlar için muazzam derslerle yüklü olması kadar, karşıtlarım için de derslerle doludur. Gereken sonuçları mutlaka çıkarmaları, ihtiyacı olan herkese önemli yardım olarak anlaşılmalıdır” demektedir.

Önder Apo, bu köklü dönüşümü üçüncü ideolojik doğuş süreci olarak tanımlıyor. Önderlik bu köklü dönüşümün ilk sürecinde komplo ile dayatılan birçok oyunu boşa çıkararak, öncelikle öl-öldür çizgisini yaşa ve yaşat çizgisine dönüştürerek, Kürtler ve Türkler arasındaki milliyetçi daireyi köklü parçalamıştır. Tüm toplumların özgürlüğünü-eşitliğini devlet iktidarında gören ve bu temelde yıllardır erimeye yol açan sistemi aşarak, kadın ve erkek şahsında bir bütün topluma bir kapan olarak dayatılan toplumsal cinsiyetçiliği çözümleyerek, reddetmiştir. İnsanın insanla, insanın doğayla, toplumla ilişkilerini özgürlük bilinci ve anlamı temelinde yeniden belirlemiştir. Tüm bu yaklaşımları ile Önderliğimiz, faşist, cinsiyetçi, milliyetçi, iktidarcı daireleri kırmıştır. Süreklileşin özgürlük bilinci ile zamana anlam katarak yol almıştır. Evrenin soylu bir çocuğu olmanın anlamını yaşayan ve yaşatan olmuştur.

İmralı süreci, Önderliğimizin ağırlıkta fiziki bu gerçekleşmezse anlam itibariyle yok edilmesine göre yapılanmıştı. Bu anlamda uluslararası komplo Önderliğimizin de deyim ile çok derin bilinmezleri taşıyordu. Bunu yırtmak, parçalamak öncelikli olarak sistemin bilinen yöntemlerinin dışında, yeni yöntemle mücadele etmeyi gerekli kılıyordu. Varolmanın, anlamı koruyup, büyütmenin ve hesap sormanın en anlamlı, başarılı yöntemi bu olacaktı. Uygarlık güçleri tam bir kuşatılmışlık, donanımla intikam alıyorlardı. Önder Apo; “Hayallerine ihanet etmeyen çocuk olmayı sürdürecektim. Uygarlığın tanrılarını tanımayacak, kurumlarında erimeyecek, karılarının aile erkeği olmayacaktım” diyerek, tüm bu kuşatılmışlıkları özgür düşünce ve irade ile aşmayı başardı. Bu komploya verdiği en önemli yanıt, uygarlık çözümlemesini geliştirmesidir. Devletli uygarlık sistemini köklü çözümleyen Önder Apo, alternatif olarak geliştirdiği demokratik modernite tezlerini güçlendirmiş, bir sisteme kavuşmasına çalışmıştır. Bu arayış ve çabalar bir süreklilik kazanmıştır. Özgürlük tezleri bu çabaların sonucu olarak gelişmiştir. Her zaman düşünce akışı içinde olan Önder Apo; insana, yaşama, topluma, evrene akışı süreklileştirmiştir. Bu anlamda ‘nasıl yaşamalı?’  sorusunun cevabı olmuştur.

 Önder Apo, kendi şahsında yaşanan trajedinin aynı zamanda bir halkın trajedisi olduğun belirtmiştir. Bu nedenle Kürt gerçekliğinin yeniden doğru tanımlanması, bu sorunun salt bölgesel değil uluslaraarası alanda ele alınması ve çözümlenmesinden yola çıkarak, bu temelde bir tanım ve anlam geliştirmiştir. Kürt sorunun demokratik yollarla çözümü için arayış ve çabalarını süreklileştirmiştir.  İmralı süreci boyunca beş defa ateşkes ilanı yaparak, Kürt sorunun demokratik yollarla çözümüne zemin sunan Önderliğimizin bu barış eli her zaman havada kalmıştır. Tüm yönelimlere rağmen demokratik- barışçıl çözümde ısrar eden Önderliğimiz, güncel açısından yaşanan ağırlaştırılmış tecride maruz kalmaktadır.

Önder Apo, ağırlaştırılmış tecrit politikalarına, izolasyonlara rağmen hakikat arayışı ve çabasından bir adım geriye düşmemiştir. Önder Apo’nun mücadele diyalektiğinde her zaman devletçi uygarlık sistemine karşıtlık var ve bunu işletiyor. Ancak bunun yanında demokratik, özgürlükçü sisteme dönük gelişen çabalar da süreklilik kazanıyor. Önder Apo, kapitalist modernite ve demokratik modernite arasındaki çelişki, çatışma ve ilişkiyi derinden çözümleyerek, bunu yeni, özgürlük yöntemi ile güçlü tanımlıyor. Önderlik, savunmaları geliştirdi, bir sistem önerdi ve tamamlandı diye düşünmemek, Önderliğin bir sisteme ulaştığı ve bunun hiç değişmeyeceğini söylemek de gerekiyor. Önderliğin gelişim diyalektiği devam ediyor. Komplo geliştiği süreçte de ‘Önderlik sistem karşıtı idi ve bu sistem karşıtı güçler komplo yaptı’ dedik. Ancak komplonun ilk hedefi, Önder Apo tarafından boşa çıkartılmasına rağmen komplo farklı yöntemlerle devam etti, ediyor. Önder Apo’nun bu gelişim diyalektiği sürdüğü sürece bu komplo da sürecektir. Bu açıdan komplo geçmişte yaşanmış ve bitmiştir dememek gerekiyor. Çünkü komplo Önderliğimize,  halkımıza ve hareketimize dönük yönelimler ele alındığında devam etmektedir. Önemli olan devam eden komplonun boşa çıkartılmasıdır. Bunun yolu da demokratik modernitenin inşasından geçmektedir.

 Demokratik modernitenin ruhu Önder Apo, bedeni toplumdur. Önder Apo’nun yaşayan ve hep yaşayacak olan bedeni toplumdur. Bu komplonun boşa çıkartılması, Önder Apo’nun özgürleştirilmesi ancak bedenin özgürleştirilmesi ile başarılacaktır. Toplumun özgürleşmesi Önder Apo’nun düşüncesinin varlık kazanması ile mümkündür. Önder Apo, “Beni sevmek düşüncelerimi yaşamsallaştırmaktır” diyor. Bize kalan da Önder Apo’nun düşünceleri öğrenmek, anlamak ve uygulamaktır. Özgür bilinç, özgür irade ve örgütlülük için daha fazla çaba ve mücadele göstermeliyiz. Önemli olan Özgürlük tezlerini uygulamak, kendimizi ve toplumu yeniden inşa etmektir. Ne gerekçe ile olursa olsun kendimizi uygulama alanından muaf tutma, bizi tarih, toplum ve Önderlik karşısından affettirmeyecektir. Önderlik, “Tecrit içinde tecrit edildim” dedi. Bu durumu kendi şahsımızda, duruş ve katılımımızda ciddi anlamda çözümlemeyip, aşmazsak varolan tecridi aşma, Önderliğimizi özgürleştirecek koşulları inşa etmeyi geliştiremeyiz. Birçok alanda dönemsel başarılar elde edebiliriz ama bunu kalıcı başarılara dönüştüremeyiz.

Kürt halkı ve onun özgürlük hareketi olarak devrimsel süreçleri yaşamaktayız. Başta Rojava olmak üzere başlatılan devrimci operasyonlarla hem siyasi hem de askeri anlamda önemli gelişimleri yaşıyoruz. Tüm bu gelişmeleri Önder Apo’nun emek ve mücadelesinden kopuk ele alamayız. Bu gelişmeleri daha da genişletip, kalıcılaştırmak paradigmasal değişim-dönüşümle mümkündür. Tarih bize bir kez daha böylesi imkanlar tanımayabilir. Bu imkan ve fırsatları değerlendirmek için, ahlaki ve politik toplum inşası için yapılanmaları güçlendirmeliyiz. Her yerde açacağımız akademiler ile Özgürlük tezlerini yaşamsallaştırabilmeliyiz. İmralı’da akan özgürlük düşüncelerinin özüne, ruhuna denk oluşumlara gidebilmeliyiz. Biz bu akışı sağlarsak Önderliğimizle özgür mekanlarda bulaşma şansını elde ederiz. Ve bizden bunun başarısını bekleyen Önderliğimiz, halkımız ve dostlarımız var. Ağırlaştırılan tecrit bizlerde tanımsız acılara yol açıyor. Özlem bir ateş topu olup yakıyor yüreklerimizi. Belki en fazla biz kadınların yüreği yanıyor, yanmalı. Yandıkça İmranlı’ya daha güçlü akacağımız ve bu akışın önünde hiçbir engel tanımayacağımız kesindir.

 

Şehit LEYLA AGİRÎ

( 2012 yılında kaleme alınmıştır.)