Savaşan insanda çaba da vardır. “Yaşamak istiyorum” der...
Yaşamı büyük bir olaya dönüştürmek, yaşamı bir ulusa, insanlığa mal etmek insanın kendi elindedir. Bizim bütünüyle başarmak veya yapmak istediğimiz de budur. Yaşamı uluslaştırmak, sosyalleştirmek, kültüre kavuşturmak, çekici ve yaşanır kılmaktır. Çocuklar gibi kendini kandırarak, ağlayarak, sızlayarak, acındırarak, sorun kılarak bir yere varılamaz; çözümleyici olmadıktan, görevlerde belli bir ilerleme olmadıktan sonra hiçbir yere varılamaz. Büyük bir duyarlılıkla, oldukça ilerletici bir yaklaşımla, sorumluluk anlayışımızı gösterdik. Çaba dediğiniz böyle sergilenir. Hâlâ en hayati dersleri ve cesareti verdiklerimizin bile bizi ve kendilerini nasıl çarçur ettiklerini görüyoruz. Sadece kendilerini kolayca düşmana kaptırıyorlar. Verilen cesaretten bunu anlıyorlar. Sadece ucuz ahkam kesiyorlar, halbuki bizim yaklaşımlarımızdan hiçbir zaman böyle sonuç çıkarılamaz.
Artık bu bir terbiye meselesidir. “Anama, babama bir mektup yazdım. Siz neden beni büyük bir terbiyesiz gibi yetiştirdiniz” diye bir arkadaş ailesine mektup yazmış. Doğrudur. Bize büyük bir terbiyesiz gibi yetiştirilmenin acısını çektiriyorlar. Bütün çabalarımız ancak sınırlı sonuç alabiliyor. Bunlara kocamış bebekler diyoruz.
Cüceleşme dediğimiz olay iyi bir yaşam biçimi değildir. Devrimde cücelik bir hastalıktır.
Siyasi mücadelede cücelik hastalığı, özellikle devrimci büyümeyi sağlayamayanın içine düşeceği durumdur ve yaygınca yaşanılan da budur. Kişi ne yapıp edip kendini büyütmeyi bilecektir. Devrimci büyüme, askeri büyüme, siyasi büyüme olmadan yaşamak zordur. Gücü varsa herkes kendisini yetiştirsin. Bunu saptırmaya, böyle çok çeşitli subjektif niyetlerle boşa çıkarmaya hiç gerek yok. Bununla hiçbir şey kazanılamaz.
Parti değerleri karşısında layık olmamak; ne kadar tutarsız, ciddiyetten yoksun, gerçeklerin farkında olmayan havai bir tip olunduğunu gösterir. Bunlar da böyle bir mücadele sanatında hiç yol alamazlar.
Gerçeklerin dili saptırmayı kabul etmez. Gerçeklerin dili hep ciddidir.
Biz zaten ağırlıklı olarak, Kürt kişiliğini bir yalancının dili olmaktan çıkarmak istedik. Demagojik bir dil olmaktan, gerçeklerle bağlantısını kaybetmiş bir kişiliğin dili olmaktan çıkarmak istedik. Bunun tam tersine, temel değerlerle bağlantı kurdurmaya, yaşamla, yaşamın özellikle temel sosyal-siyasal ve askeri yanlarıyla ilişki kurdurmaya büyük özen gösterdik. Gerçeğin dilinin en basit ifadesini bulduğu olay, hitabettir.
Hitap bir sanattır.
Devrim de en ciddi sanat olduğuna göre, devrimin hitabeti çok güçlü ve gelişkin olmak durumundadır. Devrimci dönemler aynı zamanda güçlü hitabet dönemleridir. “Devrimin temel sorunu siyasaldır” denilir. Siyaset ise yarı yarıya hitabettir. Bütün güçlü siyasal oluşumlar ve devletler ortaya çıktığında, güçlü hatipler de ortaya çıkar. Hatta böylesi dönemlerde büyük bir hitabet yarışı başlar. Bir Roma çağı, bütünüyle hitaptır, yine klasik Yunan çağı büyük hitabet çağıdır. İslamiyet'in doğuşunda büyük bir Arap hitabeti, belagati vardır. Nereden bakarsanız bakın, bütün önemli altüst oluş dönemleri, çıkış süreçleri, güçlü bir hitabetle başlar. Örneğin, bir Kur'an'ın dili bile, büyük belagat ve hitabet örneğidir. Ayetlerin, ezanların okunması hep hitabettir. Yine Türk parlamentosu kurulduğunda, Mustafa Kemal nasıl hitap ediyor! Kısacası yaşamı yakından ilgilendiren her önemli temel siyasal iddia, güçlü bir hitabetle yürütülüyor.
Kürt insanı, hitap açısından tam bir ahraz, konuşamaz veya en bıktırıcı, en kaçırtıcı tarzı sergiliyor. Konuşamıyor. Ne Kürtçe, ne Türkçe, ne de Arapça'yı. Hitap dili olmak şurada kalsın, normal bir konuşma diline bile sahip değil. Mesela, parti kadrolarının konuşmaları gerek örgütlemede, gerekse eğitim ve emir-komutada çok yetersizdir. Çok zarar veriyor. Hitabet tarzı parçalayıcıdır, kaçırtıcıdır, özü açığa çıkarmaktan uzaktır. Hitap, bir üsluptur, bir dışarıya yansıtış biçimidir. Öz olmazsa, birikim olmazsa, isterseniz kuş dilini kullanın, bülbül olun, yine de etkili olamazsınız.
Güçlü konuşabilmek için muhteva, inanç ve azim gereklidir.
Bunlar olmadıktan sonra nasıl konuşacaksınız? Nasıl hakim bir hitaba sahip olacaksınız? Dağınık, sistemsiz birikimsiz kişilikler konuşamaz, sağlam bir tarzı sergileyemezler. Bu dersi insanımıza uygulamak demek, yarı yarıya dilini tutup dışarıya çekmekle; sağını, solunu, önünü törpüllemekle mümkündür. Belki böylece belli bir tavır ve tarza dönüşebilir.
Hitabet en etkili silahlardan biri olduğu halde, o silah sadece saflarda anlayış yetersizliklerini, karmakarışıklığı derinleştirmekte kullanılıyor. Bazılarında ezop dili, bazılarında cümleleri yarım bırakma uzmanlığı var. Bazılarında ise hangi düşünce anlatılmak isteniliyor belli değil. Anlatmak istediğinin onda birini bile bir cümleye sığdıramıyor. İçini dışa vuruş tarzı gerçekten yürekler acısı. Ben şimdiye kadar güçlü bir parti toplantısında sağlam bir hitaba tanık olmadım. Yani arkadaşların ağzından kelimleleri neredeyse kerpetenle çıkarıyoruz. Açık ki bu büyük bir zayıflıktır.
Askerlik dilinde emir-komuta, hakim bir hitapla işler. Bu, dinlendiren, saygı uyandıran, hatta otoriteyi hissettiren, gerekirse korkutan, gerekirse çok cesaretlendiren bir hitabetle yürütülür.
Ama komutan olacaklara bakın; ölgündür, talimat vermeyi bilemez, terstir, cesaret vermesi gerekirken korkutur, korkutması gerekiyorsa üzer. Her konuda olduğu gibi bu konuda da büyük bir yetmezlik sürüp gider.
Neden böyledir? Kürt kişiliği bu kadar deforme olduktan, bu kadar gerçeklerle bağlantısını kaybettikten, biçimsizlik ve temelde de öz yoksunluğu sonucu bu kadar değiştikten sonra, tabii ki güçlü bir hitaba, onun temel komutasına ulaşılamaz. Gerçekten de bakıyoruz; askerleşmenin, siyasallaşmanın düzeyi ne kadar geriyse, onu dışa vuruş biçimi de geridir. Savaşçılarımızın fotoğraflarına bakıyoruz, darmadağınık... Bir tarafta kaşkolu, bir tarafında parkası, bir tarafında yakası bükülmüş, düğmeleri sökülmüş; -kısaca sağlam bir duruş yok. Hatta bunu biçim sanıyorlar, ne kadar dağınık ve lümpen durulursa o kadar sağlam bir biçime sahip olunduğunu sanıyorlar. Yine rapor yazılıyor, raporların dili aynen işkence gibi. Bir raporda güzel bir düşünce yerine ne kadar karışıklık, yürekler acısı durumlar varsa, onlar sıralanmış. Neden? Çünkü kişilikte hakimiyet yok, sorumluluk yok. Bütün raporlarda hal ve hareketler sıralanmış. Köylü ilkelliğini aşmayan, sıradan bir köylü davranışı hakim. Yani Halk Kurtuluş Ordusu'nun savaşçısının kişiliği ve kimliği fazla yoktur. Basit bir köylü tarzının yaşandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu tipler aydın ukalasıdırlar da; biraz ağzı çok laf yapıyorsa da içerikten yoksun bir lafazandırlar. Yani böyle ağır biçimsizlik neredeyse egemen bir haldir.
Bütün önemli politikacılar, devlet adamları, askeri kişilikler; hitabeti, biçimi yıllarca öğrenerek, kendilerini etkili kılmayı bizzat kişiliklerinde sağladılar. Çok önemli devletlerin ve önemli devrimlerin, çok önemli hatipleri ve önemli biçimleri vardır. Biz genelde sömürgeciliğin kurbanı olan veya düşürülmüşlüğün en derinini yaşayan bir halkta bunu göremeyiz. Hiçbirisi doğru dürüst konuşmaz
Kendi gerçeği yoktur; çünkü gerçeğini kaybetmiştir.
Yüzü konuşmaya utanır. Şimdi, halkımız neden bu kadar utangaçtır, niye hepsinin yüzü bu kadar kızarır? Çünkü gerçeği elinden alınmıştır.
Gerçeği olmayan neye dayanarak söz söyleyebilir?
Güçsüzdür.
Hitap için diyalog olmalı, diyalog için güçlü olunmalıdır. Yani sağlam bir gerçeği temsil etmek gerekir. Gerçeklerle, tarihle, sosyal gerçeklikle ve kültürle yine bilimle ve siyasetin kendisiyle bağını yitirmişse o zaman bir zavallı gibi ortada kalacaksın demektir.
Oysa askerliğin ve siyasetin dili güçlü olmanın dilidir. Kişiliği, tarzı, havası; otoriter olmayı, hükmetmeyi esas alır. Bütün komuta ve merkez yapısı da çaresizliği ve acizliği konuşuyor. Siyasi ve askeri olmayı henüz becerememişler. Bu konuda güçlü bir askeri kişilik, güçlü bir siyasal-örgütsel kişilik olsa, kesinlikle otoriter, iktidar olma ve bu konuda engel tanımama gelişir. Fakat bu kişilik varolan büyüme, büyütüme imkanlarını, yine düzenleme imkanlarını bile kendi yetmezliği içinde boğuyor. İşte bu, gerçeklikten kopuk, ucuz bir demagojik dildir. Bir ezop dili tutturur, ne dediğini kendisi de bilmez, anlamaz. Havası, tarzı, temposu iktidar olmaktan dem vurmaz; tam tersine “yapamıyorum, edemiyorum, yıkılmışım, çaresizim, dertliyim, her an ölebilirim, fazla yaşama gücüm yoktur” der, durur. Bunlar aşılmak zorundadır.
Nasıl sömürgeciliğe karşı, her türlü gericiliğe karşı savaşım deniliyorsa; bu biçim, dil anlatım, tarz ve tempo geriliğine de bir son deyip, mücadele edilmelidir. Kendini böyle yetkinleştiremeyen bu yaşamı ilerletemez, sağlıklı bir yaşamı olamaz.
“Ben yeterli, yerinde ve gerçekçi davranmak zorundayım. Konuşmak zorundayım, anlaşılır olmak zorundayım” denilmelidir. Bir de milyonlara hitap ediliyor. Böylesine bir sanatı benimsemiş olanlar, kelime hatası bile yapamazlar, tavır yetersizliğine bile düşemezler. “Beni anlayamadı, içimdekini anlatamadım” demek olmaz. Bir militan böyle yönlerini bile doğru dürüst gideremiyorsa veya ağzına iki cümleyi bile doğru-dürüst sığdıramıyorsa, nerede kaldı devrimcilik?
Ahbap-çavuşluk hâlâ egemen dildir. Ahbap-çavuşluk, dedikodu dili, gayri siyasi ve oldukça ilgisiz konuşmalar yaşamın yüzde doksanını oluşturuyor. Bu, militanın dili olamaz. Militanın yaşamı böyle süremez. Ben bir veya bin kişinin bile karşısında olsam, dilimi temel siyasi gerçeklik dışında kullanmam. Siyasi, askeri, bütünüyle örgütsel konuyu egemen kılarım ve onun etrafında dönerim, herkesi de dönderirim. Görev adamı, militan adam, profesyonel militan böyledir.
Yıllardır Kürt insanı kendini sağlam bir dile kavuşturamadı. Çocuklar bile yedi-sekiz yaşlarından itibaren iyi konuşurlar. Demek ki tembellik, tutarsızlık var. Temel, siyasi bir kadro olmayı görev belleyen bir kişi, onun gereklerini kendinde yerine getirmelidir. Bunun yerine günlük olarak hemen her türlü bireysel zaaflar, yetmezlikler dayatılıp duruyor. Ama politakadan anlaşılan kendini çocuk gibi dayatmaktır. Mahalli dili bile değiştirilmemiştir. Partinin, ordunun dev gibi bir siyasi gerçekliğinin karşısında yok olunuyor.
Öz-biçim işte böyle ele alınır. Yıllarca da sürse kişi kendini yetiştirmeyi bilmelidir. Türk okullarında bile mükemmeliyet aranır, hele askeri okullarda biçim kusursuzdur. Tabii ona da yüzyıllarca güvenmişler. Bir Türk subayı her şeyini üsluba, hitaba borçludur. Tek bir yersiz, kudret, otorite içermeyen cümle söylemez. Konuşması, temposu, tarzı baştan sona otoritedir. Kürdünki ise, zavallı Keloğlan gibi, ezop'un dili gibidir. Yani yenilmiş, sindirilmiş olan, hükmetmeyen tipin tempo, tarz ve üslubudur. Madem iktidar olunmak, siyasi olunmak isteniyor, işte gerçeği böyledir. Ama bütün davranışlar örgüt olayından uzaktır. İlişkiler örgütlülüğü, siyasi derinliği esas almıyor. Duygular, tutkular, siyasi içerikten yoksundur. Ne için yaşadığı bile kestiremiyor. Dolayısıyla irade dağınıklığı vardır. Düzen, nizam haline gelmedikten sonra, intiharvari giriş kaçınılmazdır. Yılların ihmalkarlığı, temel bir görev verildiğinde onun karşısında cüceleşerek, gereklerine ulaşmayarak ve kaybettirerek ödeniyor. Siyasi eğitim bu yüzden çok önemlidir.
“Siyasi” kelimesi terbiyeyi içeren bir kelime; “seyis”, terbiye sanatçısıdır. Halk terbiyesi, daha sonra siyasi insan terbiyesine dönüşmüştür. Ama Kürt gerçeğinde karışıklık had safhada; bütün kötü biçemler, bütün yetmez üsluplar var.
Bu, üslup giderilmek zorundadır.
Siyasi yaşayacaksınız, siyasi konuşacaksınız, siyasi seyredeceksiniz, her tarafa siyasi yansıyacaksınız, askeri konuşacaksınız, askeri yansıyacaksınız. Hiçbir zaman askeri gerçeklikle, kurallarla bağlantınızı yitirmeyeceksiniz. Sağlam bir fiziki biçim, ruhu biçim ve onun dile getirilişi, mümkünse onu en çarpıcı kılınması canalıcı bir görevdir. Görevlerle oynanmaz, görevlere teğet geçilmez, gücü oranında gerekleri yapılır. Dil de, beden de var; ama iştletilmemiş, biçimlendirilmemiş. Herkes biçimi giderek daha az kusurlu yapabilir. Yanlışta ısrar, “böyle doğmuşum, böyle büyümüşüm, ben adam olamam” demek, sömürgecliğin istediği bir şeydir. Onların taktığı ezop dili, yenilenin, ezilenin dilidir. Ki, bu da dolaylı olarak sömürgeciliği yaşamakla izah edilir. Ama bir militanın böyle sömürgeci etkileri bedeninde ve dilinde yaşamaya hakkı yoktur.
Verdiğimiz, söylediğimiz her şeyi militanlarımız almışlarsa; onu dile getirmeyi, bir tarza dökerek vermeyi, devrimin bir kuralı olarak da belleyecek; devrimci sanatın en güzel tarafı olarak, etkileme ve sonuç almanın en özlü başlangıcı şeklinde değerlendireceklerdir.
Çekici kişilik, sürükleyici kişilik, dil ve onun temel gerçeklerle bağlantısı olmalıdır. Gerçeklerle bağını yitiren, bir demagogdur, ne kadar ince de konuşsa bir gevezedir. Dil ne kadar gerçekleri dillendiriyorsa, o kadar büyük rol oynayabilir. Ama kendi içinde de, mümkün olduğunca biçim güzelliğini bulacaktır. Etkili olmak isteniliyorsa bu zorunludur. El kol hareketlerinden tutalım, yürüyüş havasına kadar, bakış tarzından tutalım her türlü ilişkilenme biçimine kadar, hep güzellik aranacaktır. Hiçbir devrimcinin bir diğerini kendi davranışlarıyla, diliyle üzmeye, zorlamaya, çirkinleştirmeye, öfkelendirmeye, çekiştirmeye hakkı yoktur. Her devrimci, diliyle kolaylık sağlar, ilişklerileriyle yüceltir, güzelleştirir, yaşamı anlamlı kılar. Hal hareketleriyle sürekli yoldaşlarını, halkını zorlayan biri; kesinlikle biçimde de, özde de büyük bir zayıflığı yaşıyordur. Bunu sadece biçimde dile getirmiştir. Ayrıca özde bir şeyler almamış ve dışarıya yansıtmıyorsa, demek ki o eyleme dökemiyordur. Halka yansıtamıyorsa (ki bu da görevde başarısız kalmak veya kendini başarı yürüyüşünde adeta ayakkabısız, çulsuz yürümektir), kesinlikle çevresinde hiçbir etkide bulunamaz. Devrim her zaman güzel bir biçim, güçlü bir dil, güçlü bir hava ister. Devrimcinin havası, temposu, gözalıcılığı vardır ve bütün bunların anlam ifade etmesi için de büyük gerçekle bağlantısı kurulmalıdır.
Bununla bağlantılı olarak devrimde sanatın, edebiyatın rolüne değinilebilir. Biz, devrimle bağlantısı ölçüsünde, bu toplumsal etkinlik alanlarına ilişkin de bazı temel hususları belirtebiliriz.
Edebiyat; şiirden romana, anıdan röportaja kadar birçok türü içerir. Edebiyatın kendisi bir yazı yazma sanatıdır. Sanat ise daha geniş alanları kapsamında bulundurur. Fakat insan eyleminde, insanın toplumsal gerçekliğinde sanatın yeri büyüktür.
Aslında daha da genelleştirilirse sanat; insan yaratma eylemidir.
Çok genel bir tanım olarak insanın yaratma tarzıdır. Sanat, insanın doğa üzerinde, ilk çağdan günümüze kadar kendini toplumsal biçimlendirmesi, düşüncesini oluşturmasıdır. Bunlar için yaptığı her şey sanat kavramına girmektedir. Üretim tekniği de bir sanattır. Düşünme tekniği de bir sanattır. Sanat, insan doğuşuyla oldukça yoğun bağlantılıdır.
İlk insan bilimi; büyü ve dindir.
Bunlar da birer sanattır. İlk insan tekniği çok basittir. Belki de bir çubuk kesmedir. Bir avcılık tekniğidir. O da sanattır. Fakat toplum geliştikçe; ekonomi, politika, sosyoloji bilim dalları olarak ayrışmaya uğruyor. Sanat alanı da giderek daralıyor. Daha çok resim çizmek, yazı yazmak, heykel yapmak, ses, müzik, vb'leri sanatın alanları olarak bırakılıyor.
Sanat tarihi, toplumları çok iyi işler. Siz sanatla ilgili bir kitapta her şeyi bulabilirsiniz. Devrim için gerekli olan, sanatın daha da ilerici, devrime ilgili yanıdır. Yani gelişmeye ne kadar köstektir, ne kadar yol açandır? Zamanla iyi dinlediğim Kürtçe türkü, beni ulusal soruna çekmiştir, etkisi hayli belirgin olmuştur. Demek ki burada iyi bir türkü veya türküyü iyi söyleyen biri, beni devrime çekmiştir. Bu kadar bir etki gücü var. Daha sonraları heybetli sanat eserlerini gördüğümüzde; heykeller, sanat abideleri, camiler, çeşmeler, kervansaraylar, etkili romanlar okuduğumuzda, bizi derinden etkiledi ve giderek araştırmaya, güzel duygular yaratmaya, bir amaç peşinden koşmaya itti.
Duygusu gelişmeyenin, anlayışının da fazla gelişemeyeceği açıktır.
Yaşamı çok dar, ekonomik sınırlar içinde algılayan bir çoban gibi, işi gücü birkaç keçi gütmek olan birisinden güçlü sanatkar olması bekelenemez, olamaz da. Veya gece-gündüz kan-ter içinde çalışan bir inşaat işçisi, güçlü bir duyguya sahip olamaz. Kendini dar bir üretime mahkum edenlerden sanatkar çıkamaz.
Halk olarak kendimizi düşünelim; kendini bu kadar basit bir şekilde yaşamını kurtarmaya veren bir halk, güçlü bir sanat edimine sahip olamaz ve devrimci eyleme, siyasi eyleme ulaşamaz. Neden? Çünkü onun için mühim olan, bir çorbayı, bir parça ekmeği kurtarmaktır. Bunlar yaşam için daha elzemdir, ama geri kalınır. Ne yapıp yapıp bu zor durumda bile bir sanatçı çıkarılmalıdır. Bu zor yaşamın sanat dili bulunmalıdır. O Kürdün acılı yaşamını dillendirsin, bu acılı yaşamının müziğini, resmini yapsın. Toplum, bunlar sağlanmadan kaba, maddi ve oldukça da altta seyreden acılı durumdan başka türlü kurtulamaz. Sanat, burada kabul edilemez bir yaşam koşulundan veya onun darlıklarından sıyrılmak, kurtulmak edimi olarak başlıyor.
Sanat dağılmışlığa, boğulmuşluğa çare olmak, nefes olmaktır.
Çok iyi biliyoruz ki, toplumsal gerçeğimizde geri bir toplumsal eknomik düzeyin üstüne, çok geri bir sanatsal düzey eşlik eder. Sömürgeci tahribat o kadar kapsamlıdır ki, yaşamın altyapısını o kadar daraltmıştır ki, bu anlamda üstyapı olan sanatı da neredeyse tüketmiştir.
Bizde çok cılız bir ses vardır. Kürtlük biraz türküde yaşar. Biraz geri insanların ağıtlarında, ezgilerinde yaşar. Diğer bütün alanlar da yok edilmiştir. Demek ki, sanat düzeyi aynı zamanda toplumsal düzeyin bir ifadesidir. Ama yine de bir çağrıdır, bir kimliktir, bir yaşam belirtisidir. Ot gibi yaşanabilir, ama bu pek de iyi bir yaşam belirtisi değildir. Avrupa’da da ekonomik olarak iyi yaşandığı söylenebilir veya başkaları adına müthiş bir sanatçı gibi de olunabilir. Ama bunlar Kürt insanının ulusal gerçeği için yaşadığı anlamına gelmez. Mühim olan kendi temel tarihi, doğal, toplumsal gerçeğinin ifadesi midir, değil midir ve onunla bağlantısı var mı, yok mu? Böyle ise yaşadığını iddia edebilir. Bir maaşı var, ama kimden alıyor? İyi rahatlamış, “iyi sanatkarım” diyor, ama kim için? Hangi tarihle hangi temel toplumsal gerçeklikle bağlantısı var? Ot gibi yaşıyor, ama “ben de Kürdüm” veya “ben de Türküm” diyor. Bunun hiçbir anlamı yoktur. Eşek gibi çalışıyor, -o kadar. Kimlik böyle gösterilmez. Bunun her türlü demagojisi, şovenizmi, bir kimlik ispatı yerine konulamaz. Kimlikli olmak gerçeğin temel değerlerine bağlı kalmayı bilmek demektir. Ancak ideolojik gerçeklik, siyasal gerçeklik, sosyal gerçeklik, devrimsel gerçeklik, bir kimlik olabilir.
Bütün bunlar için demek ki sanat, “kendi kimliğini bul, gerçeklerle bağlantını kur” çağrısıdır.
Aksi halde olan sanat değil, demagojidir; bir yaranmadır, sanat adına gericiliktir, saptırmadır. Sanatın toplumda, daha çok da bireyin yaşamında canlandırma, ruh verme özelliği vardır. Ekonomi olmaksızın belki kıt kanaat yaşanabilir, ama ruh ve topraktan yoksun yaşanmaz.
Hatta ideolojik olarak bile sanatın işlevini koyarsak; bir insan kendini ne kadar sanata verirse, o kadar ömrünü uzatır ve kendini biraz tatmin eder. Yine bir büyücü, bir sihirbaz, bir bilim adamı, bir din adamı kendini ne kadar sanata verirse, o kadar kendini tatmin eder ve başarır. Siyasetin, hatta bilimin bile sanatla ilgisi vardır. Ve onlar için de bu geçerlidir. Kişi bunlara ne kadar kendini verirse, o kadar etkili ve başarılı olur.
Sanat, yaratıcı ruh demektir.
Espridir!
Toplumları sanattan kopardın mı, ruhtan ve kimlikten kopardın demektir. Geriye kalan ise bir moloz yığınıdır.
Şimdi daha çok üzerinde durmamız gereken, sanat ve onun bir kolu olan, bağlantısını kurmaya çalıştığımız edebiyattır. Askerlik bile bir sanattır. Hiç şüphesiz, bilimle bağlantıları oldukça yoğundur, siyasette hakeza öyledir, ama sanatsal yanları daha ağırlıklıdır.
Edebiyat alanında da sömürgeciliğin büyük bir katliam gerçekleştirdiği bilinmektedir. Yani edebiyat alanında sömürgeci etkiler çok yoğundur. Edebi alanda da değerler sömürülmektedir. Hatta Kürdistan'daki edebiyat için kullanılabilecek her türlü malzeme, sömürgeci süzgeçten geçirilerek, bir karşı silah şeklinde kullanılmaktadır. Yine bir Türk edebiyatı araştırılacak olursa, onun oluşumunda da yoğun bir malzeme olarak kullanılma durumumuz vardır. Bu durum müzikte de öyledir. Özellikle edebiyatın temel taşları olan şiir ve romanda kullanılanların kesinlikle hepsi Kürt malzemesidir. Fakat Türk biçimlidir; üzerine Türk damgası vurulmuştur.
Aslında Kürt gerçeği, devrim edebiyatına yatkın bir gerçekliktir.
Eğer devrimin edebiyatı oluşursa; bu, sömürgeciliğe karşı büyük bir kuvvet haline gelecektir. Sömürgecilik bunu önlemek için Kürt değerlerini -ki bunlar kesin devrime ihtiyaç gösteren bir toplumsal gerçekliktir- alıyor, aşındırıyor. Bunun için bazılarını teşvik ediyor, bazılarını korkutup zindana atıyor, bazılarına olanak sunuyor ve sonuçta kendine bağlıyor. Bu ise, Kürt değerlerine karşı hor bakmayı getiriyor. Teşvik vererek daha da kokuşturuyor.
Sonuç; böyle asimile edilmiş kocaman bir edebiyat kitlesi, sömürgeci ordu gibi kendi ulusal değerlerine karşı savaştırılıyor. Dikkat edin, neredeyse ağırlıklı olarak bütün türküler Kürt gerçeğine dayanır. Ama şu anda Kürt olayına karşı tam bir kontra gibi savaştırılıyor. Belli başlı türkücüleri göz önüne getirdiğimizde, durum daha iyi anlaşılır. Bu Amerika'da da böyledir. Birçok ülkede asimile edenler, sömürülenler içinde azınlıktadırlar. Asimile olanlar kendi halklarının dertlerini, sorunlarını işleyeceklerine, ezilenlerin gerçeklerine karşı kullanılan bir saldırı silahı haline getirilirler. Bu Kürdistan gerçeğinde de çok somut olarak yaratılmıştır. Düşman bir yandan askeri, ordusu, polisi, jandarmasıyla savaşırken, bir yandan da edebiyat kontralarıyla Kürdistan'ı bu alan aracılığıyla bombalamaktadır.
Bu gerçekten acıdır.
Acıdır. Kendi halkının içinden çıkmalarına, hatta halkçı geçinmelerine rağmen, çok ağır bir kimlik bozuşmasına yol açmak, cinayetten daha tehlikelidir. Ve halkımızı yaralamaya, manevi ölüme götürmeleri hiç de küçümsenecek bir tehlike değildir.
Burada sözkonusu olan; Kürtçe konuşmama, edebiyat yapmamaktan da öteye, özden bir yitirilmişliktir. Kürt gerçekliğinden kopuş, bilgi düzeyinde değil, daha çok özde bir inkarı yaşamak veya çok ayrıksı bazı kelimeler kullanmakla bir imhayı, bir asimilasyonu esas alan, bunun içinde sonsuz erimeyi, sonsuz bozulmayı normal gören zihniyetle donanmış bir kişiliğe bürünmek en tehlikelisidir. Yine bir vicdan azabı duymamak veya haksızılığın olduğunu görmemek, görülse bile hiçbir şey yapmamak en tehlikelisidir. Bu belki de polisinden, jandarmasından, hatta kontrasından daha sakıncalı sonuçlara yol açmaktadır. Çünkü insanın ruhunu köleleştirdin mi, insanın kimliğini buruşturdun mu, aslında ona en büyük darbeyi indirmişsin demektir. Bizde de bu durum var ve bazı şiir, sinema, resim, roman, müzik vb. yönlerle aşılmak isteniyor. Ancak o da bizim devrimimizin dayatmasıyla oluyor. Yoksa asıl kaybettiricilerin ulusal alanda, kimlik alanında olduğunu biliyoruz.
Olumsuzlukları anlatma bir nevi edebiyatın, sanatın işidir.
Sanat silahıyla vurulan bir halkın, ülke, tarih gerçekliğinin katlini sanat yoluyla ortaya çıkarması çok önemlidir. Bir toplumun ruhunun, dilinin kesilmesinin sonuçlarını ortaya çıkarmak, çok önemli bir edebiyat görevidir. Bunu ortaya koymak için bir devrimci bile olmaya gerek yoktur. “İlle ben bir örgüte bağlı olmadan edebiyat yapmak istiyorum” diyenlere söylüyorum; eğer bu anlamda gerçekten partisiz, örgütsüz bir edebiyatçı olarak kalmak istiyorlarsa; onların öncelikle ruh, duygu, kimlik, toprak vs. tarih katliamını ortaya koymaları gerekir. Böyle büyük bir gerçekliği bir-iki kelimeye sığınıp örtbas etmek değil, bütün yönleriyle ortaya koymak, kişiyi dürüst bir edebiyatçı olmaya götürebilir.
Maalesef bu konuda özlü edebiyatçı yok. Gerçek bir katliamı irdeleyen ve halklar üzerinde yaratılan tahribatı gösteren ne bir Türkiyeli, ne de bir Kürdistanlı edebiyatçı vardır. Zaten kendine “Kürdistan edebiyatçısı” diyen bir kişiyi de bulamazsınız.
Türk edebiyatçılarının da büyük bir kısmı şuradan buradan derlemedir. Ve işi gücü resmi ideolojiyi sanat biçimleriyle yutturmaktan ibarettir. Şiirle de devleti veya kemalist yaşamı yüceltmeye çalışırlar. Bütünüyle romana hakim olan cumhuriyetin resmi yaşam tarzıdır. Tabii bu da halkların katliamı üzerine, emeğin tam sömürüsü üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla böyle resmi sınırları aşmayan bir edebiyat ve sanat, aslında halklara en büyük darbeyi vurur. Türkiye'de bu çok yaygındır.
Bir Kürdistanlı edebiyatçıdan bahsetmek de mümkün değildir. Halihazırda böyle edebiyatçılar yok. Belki ilgi duymak, anlamak isteyenler vardır. Ama bırakın bunlara edebiyatçı, sanatkar demeyi, bunları kazanmak için bile büyük bir sanat özverisine ihtiyaç vardır.
Bunlar büyük sanat ve edebiyat edebsizidirler.
İyi bir edebiyaçı kılmak için, önce bunları edebli kılmak gerekiyor. Onlara tarih gerçekliği çok iyi görülecek bir halkın yaşam gerçekliği, kimlik gerçekliği, giderek savaşım gerçeği kabul ettirilecek ki, biraz terbiyelileşsinler. Terbiye ancak böyle olabilir. Ancak beyin bu değerlerle yoğunlaşırsa, ruh biraz canlanırsa kişi terbiyesini bulur. Ondan sonra belki bazı gerçekler üzerine yönelebilir, bazı edebiyatçı özellikleri ortaya çıkarmasından söz edilebilir.
Büyük bir cahil kesinlikle edebiyatçı olamaz. Temel gerçeklerini kaybetmiş biri, ne söylerse söylesin ciddiye alınamaz, iyi bir ulus edebiyatçısı, iyi bir sınıf edebiyatçısı, sosyal edebiyatçı olamaz.
Sanat, sosyal ve ulusal kimliği, onun tarihi dayanağını şart kılar. Yine ulusal biçimlenişi göz önüne getirmeyi ister. Bunlar da hiç olmadığına göre, o zaman ulusal sanatçı, sosyal sanatçı nerede, diye bir soru sorulmalıdır. Kürdistan somutu sözkonusu olduğunda daha da bir hiçleşme vardır. Bunun aşılabilmesinin çözüm dili devrimdir dedik. İyi bir devrimci gelişmeye yol açmadan kimliksizliği, sinmişliği, ruhsuzluğu devrimle kırmadan, edepli insan yetiştirmek yine edepsizlerden edebiyatçı yetiştirmek mümkün değildir. Dolayısıyla edebiyatın gelişmesinin temel bir çaresi olarak, bizim bütünüyle devrimci yöntemi esas almamız doğruydu. Bazıları “edebiyatla, sanatla devrime gedelim” diyordu. Belki çok az etkisi olabilirdi, ama Kürdistan'ın katledilmiş gerçeğinde edebiyat o kadar bitik, o kadar etkisizdir ki, ulusal sorunu edebiyatla, sanatla canlandırmayı sağlamak bile mümkün değildir. Hatta tersi sonuçlar bile almak olasıdır. Gerçi Sovyetler'de bazı akımlar ve böyle bir zihniyet oluştu. Yine sözümona “Kürt sorunu bir kültür sorunudur” biçiminde görüş belirten birçok örgüt, parti, grup vardı, ama onlar da kültürel bir grup olmaktan ve onun çarpık bir ifadesi olmaktan kurtulamadılar. Sözümona sanat ve edebiyatın dilini kullanarak meseleyi çözmek istediler. Acak bunun mümkün olmadığını çok iyi görüyoruz. Pratiğimiz de bunu çok çarpıcı bir biçimde kanıtlamıştır. Ancak bir çağrı olabilir. Bunun dışında edebiyat kendi başına fazla etkili olamaz. Kaldı ki edebiyatın da gelişmeye, hatta kurtarılmaya ihtiyacı vardır. Ve onu da devrim yapar. Devrim, öncelikle boğulmuş insanı, kimliği elinden alınmış insanı, dili elinden alınmış insanı, ruhu çıkmış insanı, neredeyse canı da elinden alınmış insanı kazanmayı amaçlar.
Savaşan insan kazanılmış insandır.
Savaşan insanda çaba da vardır. “Yaşamak istiyorum” der.
O zaman işte yaşamın nasılı, anlamlısı, kabul edilebiliri akla gelir. O da insanı edebiyata götürür. Yoksa kolunu kanadını kıpırdatmayan, ağzını çalıştırmayan nasıl edebiyatçı olabilir? Tabii bu konuda düşmanın teşviklerle ödüllendirdiği edebiyatçıları kastemiyorum. Onlar düşmanın bülbülleridirler. Onun resmi ideolojisinin savunucularıdırlar. Onlar karşı bir edebiyatçı olabilirler, hatta edebiyatçı bile olamazlar. Çünkü, edebiyatçı gerçekleri savmaz veya esas itibariyle toplumsaldır. Olsa olsa o türler bir demagog, bir kontradırlar ve saldırırlar; faşisttir, şovendirler. Böylelerine edebiyatçı diyemeyiz. Dolayısıyla önce devrimle insanı kazanmak, onun canlanışını sağlamak ve giderek daha güçlü bir edebiyat zemini yaratmak doğrudur.
Bizim devrimimizin bu konuda büyük bir edebiyat ortamı yarattığı, tartışma götürmez bir gerçektir. Gören insan, görevli insan, yaşayan insan bizdedir. Bu kadar zindanı yaşayan, bu kadar dağı yaşayan kişilik, kesinlikle edebiyatın zeminidir. Bu kadar teori ile uğraşan, bu kadar güç olayı ile uğraşan kişilik, müthiş bir edebiyat imkanını ortaya çıkarmıştır. Edebiyat yaşamın güzelleştirilmesidir, yaşamın espirisidir, ruhudur, zenginliğidir. Onun da ancak devrimle elde edildiğini çok iyi görüyoruz. Bu tanım düzeyinde böyleyken, şüphesiz daha yakıcı sorular da vardır: Bazı edebiyat biçimleriyle daha neler yapılabilir? Hatta sanatın büyük biçimleri devrimimiz için şimdi ne rol oynayabilir?
Biz müziği biraz canlandırdık. Hatta resmi inkar duvarını yıktık. Kürtçe müzik biraz alan buldu. Bu ilk adımdır. Yine Kürtçe yazılar yasağı delindi. Müzik, resim, heykel için ilgi alanları yaratılmış, zemin sunulmuştur. Fakat alan kendi terbiyecilerinden o kadar yoksun ki, bu konuda o kadar inkarcılık var ki, ilgi duyan çok az veya hiç yok. Duyulsa da beceren yok. Neden? Çünkü terbiyesi yok. Bu iş tarihi bilinç ister, yürek ister, yüreğin olması için de toplumsal boyutlanışı görmesi lazım. Toplumun acısını, toplumun kırımını, imhasını görmesi, dirilişini görmesi lazım. Bu konuda adeta halk deyimiyle kazkafalık vardır. Donanımsız, terbiyesiz konuşulursa, resmi dil, resmi söylem konuşulursa böyle yazılır, böyle çizilir. Çünkü Türk okullarında bunlar öğrenilmiştir. Halkların gerçeğinden fazla haberleri yoktur. Doğrusu, dayatılan devrim gerçeğindedir. Fakat kişilik ona hazır değildir. En temel, en önde gelen devrimciler bile, devrime hazırlıksızsa, edebiyatçı nasıl hazırlık yapacak? Hazırlık yapabilmesi için bir devrimci kadar yüreğinin olması ve beyninin çalışması gerekiyor. Bunlar edebiyat alanındaki bazı sorunlardır. Biz edebiyatla devrime katkıyı geliştirebiliriz.
Serok APO