Önderlik

Kürtler, Bir Savaşa Hazırlanır Gibi Toplumsal Lozan’a Hazırlanmalıdır

 

      Yunan işgaline karşı zafer kazanan Türk ulusal kurtuluş hareketi, zaferini uluslararası alanda kabul ettirmek için Lozan'a temsilci yolladığında, Kürdistan meselesi yeniden ameliyat masasına yatırılır. Karşısında, Kürdistan sorununa direkt karışan İngiltere ve Fransa vardır. Bu iki devlet, savaş yıllarında güçlerini önemli oranda tüketmişler; içte işçi sınıfı hareketi yüzünden sorunları çoğalmakta, ayrıca geniş olan sömürge topraklarında tuttukları askerlerini yeni bir savaşa sürme gücünü kendilerinde görememektedirler. SSCB, Batı karşısında Türkiye'yi desteklemektedir. Bu elverişli uluslararası koşullar, iç zafer kazanma gibi avantajlı bir durumla birleşince Türklerin pazarlık gücü bir hayli artar. En çok İngilizlerle Musul meselesi yüzünden çatışma çıkar. Buradaki zengin petrole göz diken İngilizler, Türklerle sonuna kadar mücadeleye kararlıdırlar. Klasik bir İngiliz-Türk oyunu olarak Kürtler ve Kürdistan, bu iki gücün arasında bir piyon gibi ileri-geri kullanılır.  İngilizler Türk işgali altındaki, Türkler de İngiliz işgali altındaki Kürtleri karşılıklı kullanarak, Kürdistan'ı birbirlerine peşkeş çekerler ve bugünkü parçalanmışlık durumu üzerinde ancak 1926'da anlaşırlar. Kürdistan'ın en verimli topraklarının bu şekilde bölünüşü Lozan'da tasdik ettirilerek bugüne kadar sürdürülmüştür. Lozan'da bu şekilde, Türkler kendilerini tüm dünya uluslarına tanıtırken, ulusal kurtuluş mücadelelerinde en yakın desteğini gördükleri Kürtleri ve yurtlarını, emperyalistlerle kendi aralarında paylaşırlar. . Kürt halkının tarihinde buna benzer tehlikeli bir anlaşma da 1639’da Kasr-ı Şirin’de imzalanmış ve yarattığı parçalanma hâlâ bütün etkisiyle sürmektedir. Fakat en ciddi parçalanmanın 1923’te bir taraftan Türkiye’nin, diğer taraftan Batılı devletlerle birlikte Bolşevik Rusya’nın da taraf edilmesiyle gerçekleştirilen bu anlaşma bir soykırımı tamamlamıştır.

    Cumhuriyeti kurduran İngilizlerdir, Sevr'i bozan ve Lozan'ı ihya eden İngilizlerdir. Kemalizm’i giderek yetkin bir devlet olarak tarih sahnesine süren İngilizlerdir. Mustafa Kemal'in Musul ve Kerkük'ü bırakması İngilizlerden duyduğu korkudandır. Bu noktayı hemen vurgulayalım. Giderek şunu çok açık görüyor: Eğer Misak-ı Milli içine bütün Kürtler alınırsa, o zaman önce İngilizlerin adamı olan, ama sonra İngilizlere karşı çıkan Mahmud Berzenci; Kürt devleti adına bir ulusal kurtuluşçu kesilebilir; Kürt devleti adına bir kral olabilir. İngiliz manda rejimi altında yönetimdeki etkinlikleri sürekli artırılan taraf, feodal-komprador Arap kesimiydi. İngilizler ve onlara son derece bağlı olan bu kesimler, Kürdistan üzerindeki baskı ve sömürüyü oldukça artırdılar. Daha baştan itibaren bu baskı ve sömürüye karşı, Kürt feodal ve aşiret reisleri önderliğinde geliştirilen direnmeler ortaklaşa bastırıldı. Araplara karşı başarıya ulaşması çok kolay olacak olan bu direnmeler, İngiliz hava kuvvetleri tarafından etkisiz hale getiriliyordu.
Türkiye ile İngiltere arasında varılan 1923 Lozan, 1926 Brüksel antlaşmaları sonucu, Güney Kürdistan'ın doğudaki büyük bölümü İngiltere'nin mandası altına girdi. İngilizler, uzun süren Irak hakimiyetleri döneminde, Kürtler ve Araplar üzerinde değişik politikalar uyguladılar. Esas olarak Arapları öne çıkarmakla birlikte, Arap kurtuluş hareketini frenlemek için, -Türkiye'de olduğu gibi- başarıya gitmemek şartıyla Kürdistan sorununu canlı tutmayı çıkarlarına uygun buldular. Tipik bir "böl-yönet" politikası ile kendi yönetimlerini sürdürdüler.

    Kürdistan devrimci potansiyeliyle İngiliz çıkarları, tarihin hiçbir döneminde uyuşmadı. Parçalanmış, zaman zaman işbirlikçilerinden daha fazla taviz koparmak ve onları maşaları haline getirmek için bir koz olarak kullanılabilen bir Kürdistan, emperyalizmin çıkarları için en ideal olanıdır.

   Lozan konusunda Türkiye'deki İslamcıların dikkat çektikleri bir noktayı dikkate almamız gerekiyor. Lozan bir zafer değil, bir hezimettir. Bu görüşü şöyle yorumlamak bence daha doğru olur: Lozan, İngilizlerle birlikte geliştirilen bir antlaşmadır ve gerçekten içinde ulusal kurtuluşçuluktan büyük tavizler vardır. Yunanlılara karşı kazandıkları zaferi Lozan'da uluslararası alanda da kabul ettirdikten sonra, Türk burjuvazisinin genç temsilcileri, siyasi örgütlenme biçimi olarak cumhuriyet ilan ettiler. Cumhuriyet rejimi altında, Türk burjuvazisinin gelişmesi için her türlü tedbir alındı. Ermeni ve Rum azınlıklarınca yürütülen ticaret ele geçirildi. İşçi ve köylülerin tüm talepleri zorla bastırıldı. Yeni rejimin şoven karakteri gerek azınlık halklarının, gerekse Kürtlerin çıkarlarını dile getiren her haklı talebin zorla bastırılacağını açıkça gösterdi.

   Bütün bu tedbirlere rağmen Türk milli burjuvazisi fazla gelişemediği gibi, giderek milli niteliğini de kaybetti. Türk milli burjuvazisinin gelişmemesinin başında emperyalist egemenlik gelir. İki emperyalist savaş arasında, emperyalist devletlerin iç didişmesi, Sovyet ekonomik yardımı, 1929 dünya kapitalizminin büyük bunalımı, uygulanan devletçilik politikası, bağımsız bir Türk kapitalizminin gelişmesine nispi olanaklar sağladıysa da, Ekim Devrimi'nden duyulan korku ve işçi-köylü düşmanlığı, Türk burjuvazisini erkenden emperyalizme teslime götürdü. Bağımsız olmayan bir ülkede milli burjuvazinin gelişme olanakları sınırlıdır. Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti emperyalist devletlerle çatışma içinde doğduysa da, bu çatışma emperyalizmden tam bağımsızlığa kadar sürdürülemedi. Cumhuriyetin kuruluş harcı olan Kemalist milliyetçilik, "misak-ı milli" sınırları içinde, "ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün" olan bir Türk ulusu yaratmak amacındadır. Bu amaçla çelişen çeşitli milliyetler ve azınlıklar, Türk uluslaşma hareketi içinde eritilerek yok edileceklerdir. Tarihi, siyasi ve sosyal kapsamı bakımından İsrail Siyonizm’ine, Güney Afrika ve Rodezya ırkçılığına benzeyen bu ideoloji ile, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kürdistan üzerindeki uygulamaları, ekonomisinin zayıflığından ötürü, önce askeri alanda başlamak zorunluluğunu duydu.

   Kürdistan üzerinde sıkı bir askeri işgal gerçekleştirilmeden, siyasi, kültürel ve ekonomik alanda Sömürgeciliği geliştiremeyeceğinin bilincinde olan Türk burjuvazisi, yeni kurduğu cumhuriyet ordusu ile, 1925-1940 yılları arasında güçlü bir askeri işgal harekâtına girişti. Kurtuluş savaşı yıllarında Kemalistlerin verdikleri sözü yerine getirmesini beklerken karşılaşılan bu durum, Kürdistan'da büyük bir tepki uyandırdı. Sömürüyü, şovenizmi, baskıyı artırmaktan başka bir sonuç vermeyen bu işgal hareketi, "vahşi Kürtlere karşı cumhuriyetin uygarlık hareketi" olarak yansıtılmaya çalışıldı. Kürt halkının haklı direnme hareketlerini kendi çıkarları için kullanan aşiret-feodal ileri gelenleri, Kemalistler tarafından, bu iddialarını ispat için birer kanıt haline getirildiler. Hangi gerekçeye dayanırsa dayansın, bir halkı dili, kültürü, hatta fiziki varlığıyla imha etmeyi amaçlayan bir hareket, olsa olsa bir vahşet hareketidir.

   Kürtler ne ulusal ne uluslararası hukukun kapsamında ele alınan bir halktır. AB hukukunun ısrarla bireysel boyutu dayatıp bunun altındaki tarihsel, toplumsal gerçeği görmezlikten gelmesinin anlamı, hukuki yoldan çözülecek bir sorunun olmadığıdır. Bu anlayış Lozan Antlaşmasından beri süregelmektedir.

   TC’nin varlığını Kürtsüz kabul etmesi karşılığında, İngilizlere Musul-Kerkük bırakılmıştır. TC’nin kapitalizmi sistem olarak benimsemesi karşılığında Lozan’da onaylanma sağlanmıştır. Batılı devletler Ermeni, İyon ve Asurileri birer azınlık olarak kabul ederken, Kürtlere ilişkin hiçbir güvence verememişlerdir. Bu yaklaşım Kürtlerin fiziki olmasa da kültürel ve siyasal olarak silinmesine göz yummak demektir. Batılı emperyalist devletlerin Türk yöneticileri ile son iki yüz yıllık süreçte girdikleri ilişki, çelişki ve çatışmaların sonuçları çok iyi irdelenmek durumundadır. Özellikle Avrupa kendi değer yargılarına sahip çıkmak zorunda. En azından bu haksızlığı hukuki açıdan düzeltme yoluna gitmelidir. Çünkü Türkiye’nin altına imza attığı anlaşmalar buna fırsat vermiyor. Fazlasıyla tolerans tanınıyor ve şımaran Türkiye, insan hakları ve demokratik hukuka uygun olmayan çılgınca ve onun temel normlarını ayaklar altına alarak her şeyi yapabiliyor. Tümüyle hukuku parçalamak adı altında bir anlaşma olduğunu, büyük haksızlıklara yol açtığını sanıyorum. Acıyla da olsa bunu şimdi hepiniz görüyorsunuz. Hangi Avrupa hukukunda bu kadar halkların varlığına saldırmak vardır? Kaldı ki utanmadan Türk temsilcileri, “biz Türk ve Kürtlerin temsilcisiydik” diyorlar. Bu nasıl Kürtlerin temsilciliğidir ki, bir tek Kürtçe kelime yasaktır. Sınırsız bir şovenizmle Kürtler ulus olarak tarih sahnesinden silinmekle karşı karşıyalar. Bu anlaşmanın tarafı olan ülkeler bir kez daha bu anlaşmayı inceleyip Türki-ye’ye Kürtleri yönetme hakkını vermediğini kesinlikle gündeme getirmelidir. Bunu Kürt tarafı da ısrarla istemelidir. Güç dengesi kemalistlerden yana oldu diye, bir halkı tüketmenin hiçbir anlaşmada yeri yoktur. Burada bir oyun var. Bunu açığa çıkarmalıyız. Özellikle bu anlaşmaya imza atan devletler, kesinlikle bunun hesabını Türkiye’den sormalıdırlar. Çünkü bu temelde, bu anlaşmayı bu anlamda imzalamadıklarını bizzat kendileri söylemekteler.

   Günümüzde Ortadoğu’nun geriliği, demokrasi ve özgürlükten yoksunluğunun temeli bu yıllardaki ilişkilerle bağlantılıdır. Büyük Ortadoğu Projesi son iki yüzyılın kaçınılmaz bir sonucu olarak görülmelidir. İçeriği çok iyi okunmalıdır. Özellikle Kürtler bu projenin en stratejik unsuru olarak kendini her yönüyle değerlendirmek durumundadır.

   Cumhuriyet projesi bir kapitalist modernite projesiydi. Batılı hegemonik güçlerin Lozan’daki onayıyla hayata geçirilmeye çalışıldı. 1920-1922 Jakoben devrimi sadece devlet krizini cumhuriyetle aşmakla sınırlı kalmayabilirdi. İttifak halindeki güçler olan laik Türk milliyetçileri, sosyalistler, İslam ümmetçileri ve Kürt toplum temsilcileri, içyüzü hala tam çözümlenemeyen komplo ve provokasyonlarla Cumhuriyet’ten dışlanmasalardı, Cumhuriyet rahatlıkla demokrasiye doğru evrim gösterebilirdi. Ne de olsa zafer, bu güçlerin ittifakı altında gerçekleşmişti. Komplo ve provokasyonlarla yürütülen dışlanmayı Mustafa Kemal’e bağlamamak, doğru bir çözümleme için önem taşır. Çünkü Mustafa Kemal’e karşı da ciddi komplo, suikast ve provokasyonlar geliştirilmişti. Bunda Mustafa Kemal’i kuşatan İttihatçı kadronun belirleyici payı vardır. CHP ismen değişmiştir, özünde ise İttihat ve Terakki Partisi’nin aldığı yeni biçimdir.

   Mustafa Kemal, Serbest Fırka (1930) deneyimiyle CHP tekelini kırmayı denemiş, ama başarılı olamamıştı. 1935’ten sonra CHP’nin tüzük ve programı İtalyan Faşist Partisi’ni açıkça model olarak benimsemiş olup, Mustafa Kemal’in de çok açık olan tepkisiyle karşılaşmıştı.

   Türkiye kesin bir geçiş sürecinde olup, kaostan nasıl çıkacağı yeni halini doğru kestirmekle bağlantılı olacaktır. Kürtlerle uzlaşma yerine savaş derinleşirse, Sevr ve Lozan arası bir durum beklenebilir. Kürt sorununa demokratik çözüm Kürtlerle birlikte Türkiye’nin Demokratik Ortadoğu’daki önder rolünü güçlü bir olasılık haline getirir. Aksi halde tarihsel stratejik bağ tamamen parçalanıp Türklerin İç Anadolu’ya sıkışması tehlikesi belirecektir. Türkiye’nin hem kısa ve orta, hem uzun vadeli gündeminde bu yönlü gelişmeler bazen yavaş, bazen hızlı hep cereyan edecektir. Birinci dünya savaşından sonraki Türk-Kürt uzlaşmasının demokratik temelde (feodal-burjuva feodalizm milliyetçilikten kaynaklanan tehlikelerle doludur) yenilenmesi, Ortadoğu kaosundan (tarihsel geçmişe uygun, ama bu sefer demokratik özgür birliktelik halinde) en güçlü taraf olarak birlikte çıkmalarına yol açacaktır. Aksi halde İkinci İsrail Kürdistan’ı kaçınılmazdır.

   Lozan sürecinde Irak sınırı bağlamında Kürdistan’ın ve Kürtlerin parçalanması, 20. yüzyıl tarihinin en trajik olaylarından biridir. Lozan Antlaşması ile birlikte sadece Kürtlerin değil, Araplar, Acemler ve Türklerin de tarihlerinin temeline atom bombasından daha etkili bir bomba konulmuş gibidir. Bu dönemde I. BMM’de mevcut gidişata karşı büyük bir itiraz oluşmuştu. O dönemin Kürt aydınları ve ordudaki subayları ayaktaydı. 1925 İsyanının temelinde, bu gerçeklik yatar. Resmi Tarihte uydurulanın tersine, İngiliz hegemonyasıyla anlaşan Kürtler değil, Beyaz Türk Rejimiydi. Beyaz Türk Rejiminin komplocu niteliğini ısrarla vurguluyorum. Bu rejimin, M. Kemal’i bile bu komployla etkisizleştirdiğini çok iyi bilmek gerekir. M. Kemal’in, bu antlaşmayı, hayatının en zorlu ve nahoş olayı olarak değerlendirdiği, onaylamaması halinde Cumhuriyet’in bir bütün olarak tehlikeye gireceğini dile getirdiği bilinmektedir. Yine sanıldığının aksine, bu sınırın çizilmesiyle sadece Musul-Kerkük petrolleri değil aynı zamanda Kürtler kaybedilmiştir, Kürt-Türk tarihsel kardeşliği kaybedilmiştir, Ortadoğu’nun tüm halklarının kültürel bütünlüğü kaybedilmiştir. Halen günlük olarak coğrafi kaydırmalarla sözde düzeltilmeye çalışılması, sınır boyunca duvarlar örülmesi, elektrikli tel çekilmesi, çelikten örülmüş karakollarla donatılması, özel orduyla savunulması gibi yöntemlerle bu sınırın düzeltilebileceği ve korunabileceği sanılmaktadır! Bu yöntemlere başvurmak, tam bir gaflet, tarihten ders çıkarmama, komploya bel bağlama veya alet olma demektir. Temel yanlışlıklar ancak kaldırılıp yerine temel doğrular konularak düzeltilebilir.

   Şüphesiz bilimsel açıdan söylenmesi gereken bazı sözler vardır. Kemalistler bunun çok ilerici, hatta halklar adına, uluslar adına en iyi bir anlaşma olduğunu söylerler. Burada da büyük bir yalanı söyledikleri açığa çıkıyor. Belki Türk ulusu için bir şeyler vermiştir, -ki o da fazla değil, bu anlaşma demokratik değildir. Kemalist ekibin sınırsız şovenizmine basamak yapılmıştır. Yine Anadolu’nun sayısız kültür değerine, azınlıklarına bu anlaşma bir şey vermemiştir. Cümle düzeyinde verilenler de hiçbir zaman uygulanmamıştır. Kürtlere ise, katliamdan başka bir şey vermemiştir. Anlaşmanın mürekkebi kurumadan ’25-’40 yılları arasında Kürdistan kan gölüne çevrilmiştir. Burada hiçbir hukuka saygı gösterilmemiştir. Kısaca, ilericilik anlamında bu anlaşmaya rol biçmek doğru değildir.

   Türkiye derin bir bunalımı yaşadığı gibi, cumhuriyet tartışmaları yoğundur. Devletin yeniden yapılandırılması gereğini Türkiye’nin Cumhurbaşkanı her gün söylüyor. Siyasi sistem tam bir çıkmazdadır. Çok açık olarak, Lozan iflas etmiştir. Bunu yalnız ben söylemiyorum, rejimin tepedeki temsilcileri söylüyor. Ama bunu bir onur meselesi yapmışlardır ve bir de kirli savaş içindedirler, sorumlulukları var. Katliam suçuna kadar giden suçlar işlendiği için itiraf etmiyorlar, sımsıkı sarılıyorlar ve son nefeslerine kadar da direnmek istiyorlar. Bu konuda artık insanlık, özellikle Kürt halkını yalnız bırakmamalıdır. Belki de uluslararası alanda en sahip çıkılması gereken insan hakları ve demokrasi sorununda bir soykırımı değerlendirerek sonuca gitmeliyiz.

   Bilinmelidir ki 1920'lerdeki Lozan, ulusal Lozan'dır. Bu Lozan’la, cumhuriyet kuruldu. Bu cumhuriyet bugüne kadar demokratikleştirilmedi, şimdi demokratikleştirilmeye ihtiyacı var. Bu nedenle Toplumsal Lozan diyorum. Bu toplumsal Lozan’la, toplumun tüm kesimleri demokratikleştirilecek. Bugün bunun zemini de vardır. Ancak çok çalışılması gerekiyor. Bunun derinliğine iyi anlaşılması lazım. Kürtler Toplumsal Lozan’a iyi hazırlanmalıdır. Bu Toplumsal Lozan’la, Kürtler demokratikleşmenin öncülüğünü yapacak. Kürtler, toplu halde, toplum olarak bir savaşa hazırlanır gibi Toplumsal Lozan’a hazırlanmalıdır.

 

Kaynaklar:

 

  • Kürdistan Devriminin Yolu / 1978
  • Yüzyıldan Günümeze Kürdistan Gerçeği Ve Pkk Hareketi / 1993
  • Kürdistan’da Tarih Yazmak Ancak Tarih Yapmakla Mümkündür / 1997
  • “75. Yıldönümünde Kürdistan Uluslararası Lozan Konferansı”na sunulan mesaj / 23 Temmuz 1998
  • Bir Halkı Savunmak / 2004