Dün gibi hatırlıyorum. Rejim marş sesleriyle geldiğinde biz başımızı sokacak bir yer, doğru-dürüst nefes alacak bir ortam bulamıyorduk. Düzenin normal kuvvetleriyle zaten yeterince güçsüz düşürülmüştük. Bu rejimin esas hedefi Kürt soykırımını tamamlamaydı. Yine solun, halk güçlerinin kökünü de kazımaktı. Sonuna kadar kendine güvenliydi, uluslararası gericiliğin bütün desteğine sahipti. Dünya çapında reel sosyalizmin çözülüşünü amaçlayan dünya gericiliğinin en önemli cephelerinden biriydi. Hatta diyebiliriz ki, Amerikan emperyalizminin yine en önemli Avrupa gerici mihraklarının sıkı desteği altında özel savaş yöntemlerini dünyanın her yerine savurmaya kadar şımartılmış ve belki de hiçbir rejime tanınmayacak kadar her türlü kontrgerilla savaşı konusunda yetki verilmişti. Dünya Siyonizm’inin de gerçekten bu konuda sonuna kadar göz-kulak olduğu, destek verdiği ayrıyeten İslami gericiliğin de sonuna kadar kullanıldığı, destek verdiği büyük bir saldırı gücü halinde bu soykırımı tamamlamak için bu bilinen vuruşunu yaptı. Sol çok kısa sürede çözüldü ve adeta kökünü kuruturcasına en berbat tutuma alet oldu. Bizim için yalnız başına tek kişilik büyük savaşım süreci başladı. Biz bu savaşı burada anlatmayacağız. Savaş; sabah saat beşte bu rejimin marş sesleriyle uyandım, işte bugün halen işin başındayım. Biz öyle ucuz ses vermeme, çalışmaya da hakkını vermeme, herhangi bir anlamsızlığa düşmek şurada kalsın tarihin ender rastladığı büyük bir çalışmayı gösterdik. Karşımızdaki güçler tarihi Roma İmparatorluğundan da daha güçlüydüler ve iradeleri tüm dünyaya hükmediyordu. Ama bu iradeleri bize karşı hükmedici olamadı.
Darbenin ayak sesleri
1925’ten beri başta Kürt kimliği olmak üzere faşist moderniteyi tehdit eden tüm kültürel varlıklara ve demokratik kıpırdanışlara karşı savaş halinde olan Beyaz Türk komplocu sistemi açığa çıkıp teşhir oldukça daha da çılgınlaşıyordu. NATO Gladio’sunun en güçlü operasyonel güçlerine sahipti. Tüm siyasi yapılanmaları avucunun içine almıştı. Sınırlı ölçüde kontrolden çıkış ya sivil faşist odaklarla bastırılıyor, ya da bu güçler yetmeyince tüm ordu harekete geçiriliyordu. Proto-Siyonist bir sistem olarak rol icra ettiği için küresel hegemonik güçlerce destekleniyordu. Halkını bu denli kontrole alan başka bir örnek yoktur. Dolayısıyla Beyaz Türk modernitesinin bunalıma girmesi küresel sistemi yakından ilgilendiriyordu.
1970’ler Türkiye’si, yavaş yavaş dünya çapında yaşanan devrim ve karşı-devrimin etkisi altına giren bir Türkiye’ydi. Nitekim 1968 Gençlik Devrimi ve 1980’deki ekonomik ve askeri karşıdevrimler (24 Ocak Ekonomik Kararları ve 12 Eylül askeri operasyonları) sonucunda, kendini kalın duvarlar örerek korumaya çalıştığı bu dünyaya dahil olmaktan kurtaramadı. Dünya çapında yaşanan kapitalist sistem bunalımı, Türkiye’de kendisini Beyaz Türk Faşizminin bunalımı olarak yansıttı. Kapitalist modernitenin bunalımı Türk ulus-devletinin bunalımı demekti.
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri, sivil faşist unsurların bastıramadığı devrimci hareketlerin ancak askeri darbeyle durdurulabildiğini gösterir. Sistemin bu en muhkem kalesi, sürekli karşı-devrimci sivil faşist hareketlerle takviye edilen askeri darbelerle korunabilmektedir. 12 Eylül faşist darbesiyle bunalımdan çıkılmak istendi. Ekonomik alanda dışa açılma ve küresel finans sistemi ile bütünleşme, ideolojik alanda laik milliyetçilikle birlikte Türk-İslam milliyetçiliğine yönelme ve laikçi ulus devleti Türk-İslam ulus-devletiyle takviye etme temel çıkış politikaları oldu.
1950-1980 dönemi, Beyaz Türk faşizminin olgunluk dönemidir. Komplo ve darbelerle ancak yürütülebilmiştir. Dış hegemonik güç arasındaki değişim (İngiltere’nin yerine ABD’nin geçmesi) gereği bazı farklı uygulamalar (çok partili parlamenter demokrasicilik, liberal kapitalizme açılım, laiklikten kısmi tavizler) gelişse de oligarşik faşist diktatörlük esas yapısını koruyarak sürdürülmüştür. Sert toplumsal ve sınıfsal çatışmalar sonuç getirememiştir. Sonuç 12 Eylül Askeri Darbesi olmuştur. Darbe iç ve dış konjonktür gereği (Ortadoğu’da İran Devrimi, Sovyetlerin Afganistan işgali nedeniyle bozulan dış denge ile içteki devrimci mücadelenin yükselişinin durdurulamaması nedeniyle iç denge) oluşturulmuştur. Tarihsel anlamda Beyaz Türk Faşist sisteminin çöküş sürecine denk gelmiştir. Çöküş durdurulmak istenmiştir. Bunun için ideolojik planda laik ulusçuluk yerine Türk-İslam milliyetçiliği esas alınmış, ekonomik alanda içe kapanmacılıktan küresel tekellerle bütünleşmeye açılmış, bürokratik ağırlıklı burjuvaziden özel sermayenin öncülüğüne geçilmiş, siyasi-iktidar alanında askeri vesayet geçerli kılınmıştır. Bu düzenlemeyi sağlayan 12 Eylül Anayasası, zorla kabul ettirilmiştir. Çöküş döneminin vesayetçi rejimi ağırlıklı olarak son Bülent Ecevit hükümetine kadar (1999-2001) devam etmiştir. Tam bir iç savaş düzeniyle sürdürülmüştür. Türkiye toplumu üzerine yoğun bir pasifikasyon rejimi uygulanırken, Kürdistan’da özel savaşın her türü uygulanmıştır. Belki de tarihin örneğine az rastlanır bir iç özel savaş rejimi (kendi anayasalarını da fiilen çiğneyerek) tesis edilmiştir. Dolayısıyla anayasa göstermelik kalmıştır. Hem devlet içinde (1993’te Turgut Özal, Eşref Bitlis tasfiyesiyle başlayan çok kapsamlı tasfiye süreci) hem devletten topluma müthiş bir terör (binlerce Kürt köyünün boşaltılması, zindan vahşetleri, on binleri aşan faili meçhul bırakılmış cinayetler, Sivas Madımak katliamı, hiçbir savaş yasasına uymayan kontrgerilla eylemleri, yüzbinleri aşan tutuklanmalar, 40 binleri aşan öldürülmeler) estirilmiştir. Bu temelde belki ulus-devlet çöküşü önlenmiş ama klasik anlamda devlet de devlet olmaktan çıkmıştır. Cumhuriyet aydınlanmacı anlamda zaten bir türlü inşa edilememiş ve 1980 sonrasında da askeri vesayete teslim olmuştur.
Hiç şüphesiz 12 Eylül rejimi, Parti olarak kitleselleşmeye başladığımız sürece bir tepki olarak gelişti. Şimdi bu rejimin de temeli olan 12 Eylül esasta, önderlik ettiğimiz ulusal kurtuluş sürecinin Parti öncülüğü ortaya çıktığında ve halkla bütünleşmeye doğru gittiğinde ortaya çıkan veya gerçekleşen bir askeri darbedir ve ağırlıklı olarak Partimize yöneliktir. Bilindiği üzere biz, buna yurt dışında, Ortadoğu’da yürüttüğümüz çalışmayla veya geliştirdiğimiz hazırlıklarla, bu 15 Ağustos Atılımı’nı gerçekleştirdik. Bu süreçte Kürt gerçekliği PKK öncülüğünde baştan itibaren özellikle 15 Ağustos Hamlesiyle çok zorlu geçen bir direniş süreciyle sadece varlık olarak tasfiye olunmasını durdurmamış, özgürlük yolunda da önemli mesafeler kat etmiştir. Uzun vadeli halk savaşı ve diplomatik destek için tam zamanında ve yerinde bir adım atılmıştı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleştiğinde tüm sol gruplar stratejik darbe yerken, PKK yeni ve daha umutlu bir döneme başlangıç yapıyordu.
Bunun anlamı şudur; 12 Eylül’e rağmen Türklük gerçeğinde sol kadar bizi de silmeyi, bir daha başını kaldırmamacasına mezara gömmeyi esas hedef belleyen bu rejime karşı 15 Ağustos’un gerçekleştirilmesi; salt bu 12 Eylül askeri rejimine bir başkaldırı değil, tüm cumhuriyet tarihinin, hatta Türk egemenlik sisteminin Kürt gerçekliği, Kürt ulusallığı, ulusal gelişimi üzerindeki imha süreçlerinin, özellikle cumhuriyet döneminin tam başarısının son adımıydı. Dolayısıyla buna karşı gerçekleştirilen 15 Ağustos Atılımı da, bütün bu olumsuz tarihe karşı, Cumhuriyetin ezme ve bunu sonuçlandırma sürecine karşı da bir başkaldırıdır. Salt 12 Eylül’e karşı bir direniş değil, bütün bu tarihe karşı bir başkaldırı olarak anlaşılmalıdır. Gerçeği de budur. Ve bu anlamda tarihi olduğu kadar da yaşamsaldır.
Tarih Gecikmeyi Affetmezdi
12 Eylül 1980 darbesi hakikat açısından önemli bir sınavdı. Dayanmak ve gelişmek, bağlanılan gerçeğin hakikat olarak değerini kanıtlayıcı argümanlardı. Eğer dayanmayıp kaçışla karşılasaydım, bağlanmak istenilen Kürt gerçekliği büyük darbe yiyecekti. 12 Eylül askeri darbesi NATO Gladiosunun en önemli eylemlerinden biridir. Bu döneme kadar NATO ve Türk Gladio’su iç içe ve diğer güvenlik güçlerinden hem bağımsız hem de onların üstünde rol icra etmektedir. 12 Eylül askeri darbesinin uygulamaları, Diyarbakır Cezaevi başta olmak üzere cezaevlerine doldurulan insanlara yönelik korkunç işkenceler ve tümüyle toplama kampına dönüştürülen toplumsal yaşam alanları bir an önce yeni stratejik hamleyi başlatmayı gerektiriyordu. İdamlar devredeydi. Ölüm oruçları başlamıştı. Ne yapılacaksa tam zamanıydı. Tarih gecikmeyi affetmezdi. Zaten öz savunma niteliğindeki eylemlilikler hiç durmadı; azalıp çoğalan bir seyir halinde hep devam etti. Yapılması gereken bu eylemliliği daha üst bir noktaya sıçratmaktı. Bunun hazırlıkları da fazlasıyla gerçekleştirilmişti.
Gladio hareketinin bir numarası olarak ABD, baştan itibaren hem 12 Eylül faşist darbesinin desteklenmesinde ve tüm demokratik ve sosyalist güçlerin tasfiyesinde, hem de bu hareketlerin bir parçası olan Kürt Hareketi’ni ve PKK’yi tasfiye etmede aktif rol oynadı. 1984’ten sonra uygulanan tüm askeri imha operasyonlarını destekledi. Diplomatik ve politik tecrit uyguladı. En kapsamlı Gladio eylemi olarak PKK Başkanı Abdullah Öcalan’ın tasfiye edilmesinde tüm NATO ve reel sosyalist sistemi kullandı. Türkiye’yi Suriye’nin üzerine saldırttı. İsrail de zaten bu politikanın bizzat hazırlayıcısı ve ustaca uygulayan gücüydü. Suriye bu kapsamdaki tasfiye hareketlerine karşı uzun süre direndi. Ama sonunda onlar da, Rusya da ulus-devlet çıkarları gereği bazı gizli anlaşmalarla hâkim sistemle uzlaşmaktan geri kalmadılar. Esas belirleyici hegemonyanın ABD önderliğindeki kapitalist modernite sistemi olduğu bu tasfiye sürecinde bütün çıplaklığıyla kanıtlandı.
Gladio savaşlarının ikinci dönemi 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlar ve 1985 yılına kadar devam eder. ABD Elçiliği’nin tezgahlayanları için “bizim çocuklar iyi iş başardı!” diye takdirlerini ifade ettiği bu darbenin kısa dönem için amaç ve sonuçları bilinmektedir. Darbenin amacı başta sol güçler olmak üzere içteki tüm muhalif hareketlerin ve şikayet odaklarının susturulması ve tasfiye edilmesi, yerine rejim anayasası gereğince küresel finans kapitalin hegemonyasına bağlanmış, ihracata (dış sömürüye açılma) dayalı bir ekonomik düzenle Türk-İslam ideolojisine dayalı yeni bir sosyal, siyasal ve kültürel faşist sistemin tesis edilmesidir. Bu öyle yansıtılmak istendiği gibi Türk iç güvenlik güçlerinin güdümünde gerçekleştirilen bir sistem değildir. Gladio’nun 1960’lar sonrasında yoğunlaşan ve 12 Mart muhtırasıyla tırmandırılan savaşlarının doğal bir sonucudur. Belirleyici olan NATO’nun, Gladio’nun merkezi ve Türkiye uzantılarıdır. AKP’yi 12 Eylül rejiminin ideolojik, politik, ekonomik ve kültürel kurumlaşması olarak değerlendirmek daha gerçekçidir. Birinci Cumhuriyet’in CHP’si neyse, 12 Eylül’ün İkinci Cumhuriyet’inin AKP’si de odur. AKP hegemonik iktidarını kendi anayasasıyla (Aslında 12 Eylül anayasasının liberal versiyonudur) taçlandırmak istemektedir. 12 Eylül faşizmi dil yasağı gibi tarihte örneği olmayan bir uygulamayla aslında daha önceleri örtülü yürütülen Kürtlerin kimliksel imhasını açıktan yürütüp sonuçlandırma kararındaydı. Kürtler için tek varoluş yöntemi savaştı. Zaten kendini ifade etmenin diğer yolları tümüyle kapatılmıştı. Kapatılma derken diğer grupları kastetmekteyim. Kürtler için hiçbir biçimde ne varlığını kanıtlama ne de özgür yaşama imkânı bırakılmıştı. Ne pahasına olursa olsun, sonuç nasıl gelişirse gelişsin, savaş sadece varoluşun ve özgür yaşama şansının tek yolu değil, âdeta ayakta kalmanın ilacı gibiydi. Nitekim diğer güçler bu araca layıkıyla başvuramadıkları için gündemden, toplumsal yaşamdan düşmüşlerdi. Temsil ettikleri gerçeklik onları yaşatmaya yetmemişti.
12 Eylül askeri darbesinden beklenen, içteki gelişmelere ilişkin olarak Kürt-Türk, sağ-sol, Alevi-Sünni ayrımı yapmadan, kontrolü dışında olan tüm güçleri tasfiye etmekti. NATO Gladiosu’nun Türkiye kapsamında da 1960’lardan itibaren yoğunlaşan denetimi 12 Eylül 1980 darbesiyle zirve yapmıştı. Dolayısıyla tasfiye planının arkasında tüm ittifak güçleri vardı. Böylelikle kuruluşundan itibaren Cumhuriyet’e biçilen rol, ufak değişikliklerle esas olarak devam etmekteydi. Türkiye Cumhuriyeti’nde 12 Eylül askeri darbesiyle resmi ideoloji haline getirilen Türk-İslâm sentezi aslında ABD ve İngiltere patentli bir çıkıştı. O dönemdeki İran Devrimi ve Afganistan’daki Sovyetler Birliği İşgali (1979-1980), ABD ve İngiltere ağırlıklı hegemonik sistemi bu gelişmeler karşısında TC üzerinden tedbir geliştirmeye zorladı. Sonuç Türkiye devrimci mücadelesinin acımasızca bastırılması ve Kürdistan’da soykırım uygulamalarının derinleştirilmesiyle birlikte Ortadoğu’nun güvenilir jandarması olmaktı. Türk devlet rejimi bu amaç kapsamında bütünüyle Gladiolaşmıştı. Olan aslında gizli NATO ordusu Gladio’nun kapsamlı biçimde kullanılmasıydı. Bugün Irak ve Afganistan’da yaşanan savaşı da aslında ilk defa Türkiye’de harekete geçirilen bu Gladio aygıtları yürütmektedir. 12 Eylül darbesi NATO Gladio’sunun en kapsamlı eylemiydi. Tüm Ortadoğu halklarının devrimci-demokratik eylemlerini kalıcı bir biçimde bastırmakla görevliydi. Günümüze kadar bu rolünü sistemin tüm sivil faşist odakları ve yarımiliter unsurlarıyla birlikte yürütmeye çalışmaktadır. İktidar ve muhalefetiyle tüm siyasal partiler aynı çarkın birer dişlisi olarak en önemli rolü oynamaktadır.
12 Eylül faşizmine karşı Kadın Özgürlük Hareketi
12 Eylül faşizmi, kadına da birçok şey kaybettirmek istedi. Kadını çok kötü kullandı, denilebilir ki, kadını politik malzeme olarak, hiçbir rejim 12 Eylül rejimi kadar kullanmadı. Çok iyi biliyorum ki, 12 Eylül rejimi, kadın silahıyla kendi faşist temelini en çok geliştirmek isteyen rejimdir. Kadın silahını kullanarak, bütün gençliği devrimden uzak tutmak, erkeğin ve kadının enerjisini karşı-devrimin hizmetinde kullanmak, özellikle de bizim devrimimize tam bir ajan kadın yaklaşımı dayatmak, en tehlikeli ve tarihte sıkça oynanmış oyunu en kapsamlı biçimde içimizde oynatmak ve böylece daha savaşımı ilerletmeden içinde yozlaşmaya, boğuntuya, giderek saf dışı bırakmak bu alçakça rejimin en temel işlevlerinden biri olmuştur. Şu anda, aileyi de en içten çıkılamaz hale getiren bir rejimdir, kadını en çok ajanlaştıran bir rejimdir. Kadını, kendi kirli faşist emelleri uğruna, her biçimde kullanmaktan geri durmamıştır. 12 Eylül rejimi, binlerce kadının üzerine çok soysuzca geldi, işkence etti. Hatta cesetlerini bile ilk defa, belki de tarihte hiçbir rejimin yapmadığı bir vahşetle sergiledi. Genç kızların vücutlarını paramparça etti, çırılçıplak etti, yol kenarlarına attı, televizyonlarda gösterdi.
12 Eylül faşizmine karşı bir yönelmemiz oldu; büyük kadın özgürlük hareketi, büyük kadın savaşımı. Tarihte belki de ilk defa bu kadar kapsamlı ve radikal gelişti; bu da tesadüf değildir. Faşizme karşı verilecek en anlamlı bir savaşımla bağlantılıdır. Madem o, kadını bu kadar düşürmek ve düşürmek için kullanmak istedi; bizim de kadını yücelterek, özgürleştirerek cevap vermemiz en doğal görevimiz oluyor ve onu yapmaya çalıştık.
Yüzlerce şehidimiz oldu, her biri bir kahramanlık abidesidir. Onların değerli yoldaşlarıysak, her birisinin anısı güçlendiricidir ve gerekleri yapılırsa büyük bir kuvvettir. Onlarca genç kızın, teslim olmamak için son kurşunu kendinde patlatması ve kendini yakması bu kadar açık iken, kim bu savaşın az önemli olduğunu iddia edebilir? Kim böylesine özgürlük meşalelerinin değerini gözden düşürebilir? Kimin haddine! Bunlar partimizin gerçekliğinde çoktan ifadesini bulmuştur. Binleri aşan kadın militanlar özgür koşullarda, hiç kimseye bağlanmadan savaşımını yürütmektedir. İlk oluşum işte bu faşist savaşıma karşı mayalandı ve şimdi de bayağı iddialı bir gelişme yaşıyor.
Kolay bırakamayız. Bu kadar düşürülen toplum, düşürülen kadındır, bu kadar yüceltilmek istenen insan, yüceltilen kadın veya yüceltilen kadın, yüceltilen insanlıktır. Bu önemlidir ve saygı da, sevgi de burada anlam bulur. 12 Eylül faşizminin direniş şehitlerine bağlılık, böyle bir kadın özgürlük çalışmasına sahip olmakla anlam bulabilir. Başka türlü anılara layık olunamaz. Demek ki, iyi yapılmıştır. Elimize iyi almışız, köleliğe büyük başkaldırmışız. Böyle bir adıma sahip olmak gurur kaynağımızdır, güç kaynağımızdır. Köreltmeyelim, bununla oynamayalım. Bu kadar şehitlerin kanıyla atılan bu adımı, bu kadar direnişle, büyük yaşam zorluklarına göğüs geren kadın çabalarıyla oluşan bu gücü, atılan bu adımı daha da pekiştirelim. Diyebiliriz ki, kesin kurtuluş, bu adımların peşi sıra daha ileri adımların atılmasıyla mümkündür. Düşman cephesinde, 12 Eylül faşizmine karşı vurulacak en büyük darbe de budur.
Kadın gücünün daha da gelişeceğine inanıyoruz, bu kadın gücüne inandık. Bu inanç, bizi biraz güçlenmeye götürdü ve daha eşit, daha özgür, daha yüce yaşanacağına inanıyoruz. Ve bunun da böylesine bir savaş içinde gelişeceğine eminiz. Daha kökleştirmeye, özgünlüğü içerisinde örgütlemeye ve eylemini çok kapsamlı götürmeye kararlıyız. Yarattığımız çalışma, artan çabalarımız bu kararlılığımızı her geçen gün daha da anlamlı başarılara götürecektir.
- 1994 / 95 / 97 Çözümlemelerinden
- ‘Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ adlı kitaptan alınmıştır.