Günümüzde halklar kendi tarihlerini, geçmişlerini ve yaşanmışlıklarını daha fazla araştırma, sorgulama ve bu yönüyle gerçeklerle yüzleşme eğilimindedirler. Tarihsel haksızlıkları, insanlık yolundan sapmaları ve tahribatları değerlendiriyorlar. Barışı, demokrasiyi adeta ön plana çekmek isteyen çevreler giderek etkili oluyor. Tabi halklar ve demokrasi çevreleri açısından durum böyleyken egemenler ve devletler açısında bu şekilde değerlendirmek ve ele almak imkansız. Devletler, egemenler kendi tarihleri ile yüzleşmek yerine daha çok tarihi örtbas etmek, saklamak ve hakikati karanlık dehlizlerde gizlemek eğilimindedirler. Bundan dolayı da ne hukuk ne ahlak ne de adalet işleyebiliyor. Diğer egemen devletler için bu ne kadar geçerliyse Türkiye Cumhuriyeti devleti için bu durum çok daha fazla geçerlidir. Yüzyıldır varlığını sürdüren Türkiye Cumhuriyeti halen geçmişi ve gerçeklikleri ile yüzleşmemekte, halen varlığını inkar politikası üzerinden yürütmektedir. Türk devletinin yüzleşmediği, inkar ettiği, yanlış söylem ve iddialarla manipüle ettiği önemli konulardan birisi de Türkiye ve Kürdistan’da gerçekleştirdiği soykırım ve katliamlar gerçeğidir.
Katliamla varlığını inşa etmiş bir devlet
19 – 26 Aralık 1978 yılında gerçekleştirilen Maraş Katliamının üzerinden tam kırk beş yıl geçmiş olmasına rağmen halen devlet ne bunun hesabını vermiş ne de katliamcı gerçekliği ile yüzleşmişti. Maraş Katliamı gerçekleştiği zaman bakımından daha öznel değerlendirmeyi gerektirir. Türk tarihine bakıldığında ise katliamcı kültürün Türk devlet anlayışında çok derinlikli bir gelenek olarak kendini geliştirdiği görülecektir. Türkler klasik iktidar ve devlete dayalı, talana – ganimete dayalı bir devlet geleneğinden gelmektedir. Osmanlı İmparatorluğu sürecinde iktidarlarını devam ettirebilmek için kendi öz evlatlarını, şehzadeleri katletmeyi bir gelenek haline getiren Türkler bu geleneklerini Cumhuriyet tarihinde de farklı bir formda gerçekleştirmişlerdir. Bugün de Türkler bu katliamcı geleneklerini bir övünç konusu haline getirmektedirler. Kellerden kale örenler, ne kadar insan öldürmüşse iyi bir komutan, savaşçı olduğunu kanıtlamaya çalışanlar halen övülmektedirler. İşgal kültürleri ile övünenler bugün bile İstanbul’u işgal ettikleri için kutlamalar yapmakta ve işgali yüceltmektedirler. Kapitalizm ile birlikte özellikle son iki yüzyıla damgasını vuran ulus devlet anlayışı Türk uluslaşmasında ve milliyetçiliğinde etkili olmuştur. Türk milliyetçiliği cumhuriyet öncesi İslamiyet’le halkları katledip tasfiyeye uğratırken kapitalizmin ulus – devlet anlayışı ile birlikte artık milliyetçilik argümanıyla katliamlar gerçekleştirmektedir. Son iki yüz yıl boyunca Anadolu topraklarında yaşayan birçok (Ermeni, Asuri, Rum, Balkan) halk katliamlarla tasfiye edilmeye çalışılmıştır. Kürtler ise tüm bu katliamların çok daha ötesinde bir soykırım saldırısına uğramıştır. Türkiye Cumhuriyeti temellerini teklik üzerinden inşa etmiş ve tüm topluma tek dil, tek bayrak, tek ulus, tek devlet dayatmasında bulunmuştur. Bu şekilde Anadolu topraklarında bir mozaik gibi yaşayan halkların ve kültürlerin üzerine Türklük asidi dökülmüş, tüm zenginlikler yok edilmiştir. Bunda en büyük rolü ise İttihat Terakki oynamıştır.
İttihat Terakki geleneği kendisini son yüzyıldır farklı kılıflarda sürdürmektedir. Kuruluşunda Osmanlı Devleti’ni bulunduğu zor durumdan kurtarmayı, yeniden canlandırmayı amaçlayan bir oluşumdu. Sonrasında ise kendileri dışındaki tüm dini, milli, etnik, demokratik, sosyalist kesimleri yok etmeyi amaçlayan bir oluşuma dönüşmüştür. İlk adımlarını ise 1915 yılında Ermenileri Anadolu ve Mezopotamya topraklarından tamamen temizlemesiyle sonuçlanan bir operasyon ile atmıştır. Hemen ardından Çerkezlere, Rumlara, Süryanilere ve 1925 yılından itibaren de Kürtlere katliam operasyonları uygulanmıştır. Fiziksel katliamların yanı sıra bu halklar göç edilmeye zorlanmış, kendi anayurtlarından atılmışlardır. Binlerce insan bu göç yollarında heba olmuştur. Pontus Rumlara karşı da aynı şeyler yapılmıştır. İzmir işgal edilmekle kalınmamış, Rumların gelişkin mekanları ateşe verilmiş ve mübadele yöntemi ile Rum halkı Anadolu’dan atılmıştır. İlerleyen yıllarda 5 – 6 Eylül Olayları olarak tarihe geçecek olan 1955 Ermeni katliamı ile yeniden Ermeni halkına saldırı gerçekleştirilmiştir. Hakkari ve Botan’da yaşayan Asuri halkı da aynı katliam gerçekliğini yaşamıştır.
1925 yılında özellikle Şark Islahat Planı ile birlikte Kürt Soykırımı daha da stratejik bir planlama çerçevesinde yürürlüğe geçmiştir. Yok etme, imha ve inkar etme, sürgün ve asimilasyon politikaları gündeme gelmiştir. Bunun öncesinde ise Kürtlere bizzat Mustafa Kemal tarafından sözü verilen özerklik hakkı tamamen rafa kaldırılmış, Fethi Okyar ‘elimi Kürt kanına bulamam’ dediği için politikaları yumuşak bulunarak istifaya zorlanmış ve yerine Kürt düşmanı olan İsmet İnönü getirilmiştir. Hemen akabinde Takrir -i Sukûn Kanunu ile birlikte İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve bu mahkemelere Kürdistan’da hiç kimseye hesap vermeden aldıkları kararları uygulama yetkisi verilmiştir. Aslında bunu Kürtlerin katliam mahkemesi olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Çünkü Cumhuriyet tarihi boyunca birçok Kürt bu mahkeme ile idam edilip katledilmiştir. Bunların yanında Topal Osman gibi gaddarlığı ve talancılığı ile tanınan, Sakallı Nurettin gibi zalimliği ile bilinenler Kürtlerin üzerine salınmıştır. Birçok katliamın talimatı verilmiş; Zîlan Deresi Katliamı (1930), Dersîm Katliamı (1938) gerçekleştirilmiş; Kürt halkı kimyasal silahlarla, uçaklarla hedef alınmıştır. Aleviliğin ve Kürtlüğün adeta doğal öncüsü olan bir bölge çıbanbaşı olarak görülmüş, ameliyata tabi tutulmuş ve bölge elden geçirilerek, göçe zorlanmıştır.
Biliniyor ki özellikle 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Balkanlar bir biçimde kurtuldu, Arap ülkeleri bir biçimde ellerinden çıkartıldı. Geriye bir tek Kürtler kaldı ve Kürtler de adeta değirmene atılmışçasına öğütüldüler. Katliam, imha ve soykırım yalnızca Kürtlere uygulanmadı. Etnik halkların yanında birçok sol, sosyalist, muhalif kesim de bu şoven anlayıştan dolayı sürgün edildi, katledildi. Mustafa Suphi’ye dönük gerçekleştirilen katliam da aslında bu geleneğin bir parçasıdır. TKP’nin genel sekreteri de dahil 15 kişi Karadeniz’de boğdurularak katledilmiştir. Türkiye’de her daim sol, sosyalist, Kürt, demokratik gelenek bir şekilde bastırılıp yok edilmiştir. Örneğin 1 Mayıs 1977 katliamı var. Toplumsal muhalefet güçlenince devlet bunları yok etmeye çalıştı. Toplumun nereye kadar muhalefet edeceğini, nereye kadar hak arayacağını aklı evveller yani devletin güç odakları dizayn ediyordu. Bu açıdan Türkiye’de katliamlar olağanlaştırıldı. Maraş, Çorum Katliamı, Sivas katliamı; bunlar öyle tesadüfi yaşanan durumlar değildir. Solcular, sosyalistler, Kürtler, Aleviler, Rumlar, Ermeniler, Asuriler yani ötekileştirilen tüm kişiler ve toplumlar katliam geleneğinden nasiplerini almışlardır.
Dikkat edilir ve tarih ile doğru bir yüzleşme gerçekleştirilirse kanla, katliamla varlığını inşa etmiş bir ulus devlet göreceğiz. Türk devleti bu yüzden Kürtlerin varlığını kendi birliği, bütünlüğü için tehdit olarak görüyor. O kadar zehirlenmiş, hastalıklı bir zihniyet bulunmaktadır. Bir devletin güç olması, yekpare olması için Kürt halkının yok edilmesi lazım. Kürt halkının varlığı onun için bir tehdittir, tehlikedir. Bunu bir tehlike olarak görürsen o zaman karşındaki halkı yok etmen lazım, bunun başka bir yolu yoktur. Ya oturur barışır varlığını kabul edersin, barış içinde yaşar ülkenin zenginliklerini paylaşırsın ya da yok edersin. Türk Devleti yok etmeyi seçti. Kabul etme, tanışma, paylaşma olmadı. Tamamen reddedildi. Sürekli güç esas alındı, bu yüzden de Kürtler üzerinde katliamlar, öldürmeler, yok etmeler hiç bitmedi.
Kürtlere dönük soykırım projeleri
1978 yılında gerçekleştirilen Maraş Katliamı ise dönem açısından biraz daha kritiktir. Kürdistan’da Apocu Hareketin, PKK’nin geliştiği bir dönemdir. Kürt halkı açısından bir uyanış gerçekleşiyordu. Her şeye rağmen Türkiye’de sol hareketler biraz daha dinamikti. Takrir – i Sukûn ile planlanan Batı Fırat’ı Türkleştirme politikasıydı ama PKK’nin çıkışı bunun önünde engel olarak görülüyordu. Maraş, Malatya, Antep hattında devrimci hareketlerin güçlenmesi ile devlet önce bu alana yönelmeye başladı. Bu anlamda Maraş özel olarak belirlenmiştir. Maraş hem Kürt hem Alevi hem de sosyalist kesimlerin ağırlıkta olduğu bir alandır. Bu süreçte bir uyanış var ve örgütlenme gelişmektedir. Yükselen Apocu harekete, devrimci harekete, Kürt uyanışına devletin cevabı Maraş katliamı oldu. Şark Islahat Planının en tipik güncelleştirilmiş uygulamalarından biri de Maraş Katliamıdır. Aslında Özgürlük Hareketi’ne ilk müdahalesi Haki Karer yoldaşın katledilmesi ile başladı. Dikkat edersek Kürtler ne zaman uyanıyor, bir hak talebinde bulunuyorsa devlet anında kafasına silahı dayıyor. Kürtlerle şiddet dili dışında hiç bir dil ile konuşmayı denemiyor. Bu onlar için tam bir gelenek. Darbe ile birlikte Kürtler tam bir saldırı dalgası altında karanlıklara gömüldü. Diyarbakır Zindanlarındaki zulüm, vahşet ve dehşet dünya tarihine geçti. Dünyanın en kötü, karanlık ve bu konuda nam salmış mekanı olarak biliniyor. Orada büyük katliamlar gerçekleştirildi. Aslında Diyarbakır Zindanları bir soykırım alanı olarak seçilmişti. Sol, sosyalizm ve Kürtlük adına hiçbir şey geliştirilmemeliydi. Kim böylesi bir talebe kalkışırsa pişman ettirilecek, ihanetçi durumuna getirilecekti. O dönemde de böylesi korkunç bir soykırım ve imha politikası uygulandı.
12 Eylül Darbesi ile birlikte faali meçhul cinayetler dönemi de yaşandı. 90’lı yıllarda 4000 köy yakılıp yıkıldı. Binlerce köy yakılıp, talan edildi. Bunların Ermenilere yapılanlardan bir farkı yok. Bütün Kürdistan’ı boşaltmaya güçleri yetmediği için daha fazlasını yapmadılar yoksa Kürtlere merhamet ettiklerinden değil. Kayıtlara göre 17.000 faili meçhul cinayet bulunmaktadır. Bu dönemde Hizbul Kontrası var, JİTEM’i var. Mesut Yılmaz’ın hazırladığı Kutu Savaş Raporu’nda şöyle diyor; ‘insanlar hakkında ölüm kararını verme yetkisi başçavuşlara kadar inmişti.’ Bu tamamen bir soykırım projesidir. Öyle beş on cinayet ile sınırlı bir şey değildir. Binlerce cinayet, katliam var. Şehirlerde, halkın içinde insanların kafasına sıkılıyordu. Bu insanlar yurtsever, demokrat, halka öncülük yapan, halk hareketini yöneten, serhildanları yöneten, toplumsal uyanışa öncülük eden, kimlik bulan bir halkı temsil ediyorlar. Bu kapasiteyi, düşünce, beyin gücünü dağıtıyor. Halkı önderliksiz, öncüsüz bırakma, düşünemez hale getirme, korku ve panik yayma projesidir. Katledilenler katledildi, kalan birçok kişi ise bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Yine bu dönemlerde Nusaybin’de, Cîzre’de, Diyadîn’de Kürdistan’ın birçok yerinde Newroz katliamları gerçekleştirdiler. Şırnak yakıldı, Lice yine bu şekilde. Bunları parça parça ama sistematik bir şekilde yaptılar. Zaten dikkat edilirse Kürdistan’da katliamlar hiç eksik olmuyor. 28 Aralık 2011 yılında Türk Devleti tarafından gerçekleştirilen Roboski Katliamı da bunun devamıdır.
İnsanlar Roboski’de geçimlerini sağlamak için sınır boylarında kaçakçılık yapıyor ve devlet de bunu çok iyi biliyordu. Bile bile yarısı çocuklardan oluşan 34 insanı F-16 uçakları ile vurdular. Bu devlet dili ile Kürtlere cevap vermedir. Hiç kimse yargılanmadı. Her isteyen uçak kaldırıp bir alana bombardıman yapamaz, bunun bir işleyişi var. Bu emir komuta zinciri içinde gerçekleşmektedir. Bu yüzden de Roboski katliamının failleri bellidir. Bu anlamda kimin emir verdiği kimin uyguladığı nettir. Buna rağmen devletin karanlık dehlizlerinde yok edilip üstü kapatıldı. Tüm bunlar gösteriyor ki, Kürtler için asgari düzeyde bile bir hukuk işlememektedir. ‘Kürtler bizim vatandaşımızdır, ayrım gayrım yoktur, hepimiz eşitiz’ demagojisini yaparlar ama hiçbir zaman da ‘Kürt’ kelimesini ağızlarına almak istemezler. Mücadele geliştikçe, inkar kırıldıkça zorunlu kaldıkları için ‘Kürt’ kavramını ağızlarına almaktadırlar.
Dersim için hazırlanan raporda ‘burası bir çıban haline gelmiş, ameliyat edip ortadan kaldırmamız lazım’ denilmektedir. 2016 yılında şehirlere dönük gerçekleşen saldırılar vardı. Tarihi Sur şehri yıkıldı, Cizre bodrumlarında vahşet yaşandı. Oradaki insanları çok rahat tutuklayabilme imkanları olmasına rağmen tüm bodrumları içindeki insanlarla birlikte ateşe verdiler. Bunu da çok fazla gizli saklı yapmadılar. BM Komisyonu hazırladığı raporda gördükleri manzarayı ‘kıyamet sonrası’ olarak tanımlıyor. Başka bir şekilde tanımlayamıyorlar. Türk devlet anlayışının yüzyıllardır sürdürdüğü bu gelenek günümüzde de Rojava’da, Başur’da uygulanmaktadır. Türk devletinin işgal saldırıları Başur’un iç alanlarına kadar ilerlemiş durumdadır. Erdoğan; ‘biz 30 km derinlik boyunca tüm sınır alanlarımızı güvenli bölge ilan ettik. Teröristleri geriye itiyoruz’ diyor. Bu alanları tamamen insansızlaştırıp kendi denetimlerine alıyorlar. Ormanlar yakılıyor, içinde canlı yaşayamaz hale getiriliyor, köyler boşaltılıyor. KDP’yi de kendi suçlarına ortak etmiş durumda. KDP Türk devletinin suçlarını üstenmektedir. Türk devleti Efrîn’i, Serîkaniye’yi işgal edip yüzbinlerce Kürdü sürgün ediyor. Onların yerine çeteleri, Orta Asya’dan getirdiklerini, Arapları yerleştiriyor. Kürtlerin malına, mülküne el koyarak bir daha geri dönmeleri engelleniyor. ‘Rojava diye bir Kürdistan parçası olmayacak’ diyor. Bu kadar gözü dönmüş, bu kadar ırkçı, soykırımcı bir politikayı dünyanın gözleri önünde yürütmektedir. Bu kadar katliam, sürgün, işkence ‘terör’ kavramının içine kitlenmiş. ‘Terör’ kavramı ile bütün dünyaya hitap edip ayağa kaldırmaya çalışıyor. Herkesi, her kesimi Kürtlere karşı savaşmaya teşvik ediyor. ‘PKK teröristtir. Siz Amerika, Avrupa ona terörist demiştiniz. DAIŞ’e karşı nasıl savaştıysak şimdi de benimle birlikte PKK’ye, Kürtlere karşı da savaşın’ diyor. İsveç NATO’ya girmek istediğinde Türkiye Kürt kartını çıkartıp; ‘Rojava’daki Kürtleri, örgütleri, YPG’yi terörist ilan edeceksin. Bana silah ambargosu uygulamayacaksın, onlara yardım etmeyeceksin’ diyor. NATO zaten şimdiye kadar Kürtlere karşı yürütülen savaşın destekçisiydi. Kürt Özgürlük Hareketi’ni terörist ilan ettiler ve Türklere her türlü silahı temin ettiler.
Kürtlere karşı kayıtsız şartsız bir asimilasyon politikası uygulanmaktadır
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana NATO’dan aldığı silahları, cephaneyi, eğitim ve teknik güç de dahil devlet gücünü, uçaklarını hep Kürtlere karşı kullandı. Başka hiçbir devletle savaşmadı. Aralıksız bir düşmanlık, sınırsız bir şiddet ve imha sarmalı içindeydi. En son Erdoğan sözde Kürt sorununu çözecek ve AB üyesi olacaktı. Devlete yerleştikçe, güç oldukça katliamcı ve soykırımcılığın öncülüğünü yaptı. Hitlere benzeyen yanları ile ne kadar gaddar olduğunu gösterdi. Dikkat edelim Hitler Yahudileri yok ederken Türkleri örnek alıyor. Hitler; ‘Türkler Ermenilere katliam yaptı unutuldu gitti, bu da unutulur gider’ diyor. Hitler Avrupa’daki Yahudileri topluyor ve imha kamplarına getirip milyonlarca insanı üç dört yıl içerisinde yok ediyor. İnanılmaz gibi gelse de bu durum yaşandı. Nasıl ki bu kadar kötülük sıradanlaştıysa Türkiye’de de insan katliamları, ölümler sıradanlaştı. Türkiye toplumu boğuldu; beyni ve ruhu teslim alındı. Korkunç bir propaganda mekanizmasıyla, çarpık bir tarih anlayışıyla toplum adeta toplum olmaktan çıkartıldı. Hitler nasıl ki tüm Alman halkını kendi suçunun ortağı haline getirdiyse Türkiye’de de aynısı oluyor. Aydınından tut akademisyenine kadar, dindarından tut laik geçinenine kadar Kürtlere karşı, terörizme, bölücülüğe karşı savaş denildiğinde akan sular duruyor. Hepsi birleşiyor ve aralarında çelişki kalmıyor. Bu şekilde tüm toplumu Kürt katliamlarının, Kürt soykırımının ortağı yaptılar. Bütün basın organlarını ele geçirmiş ve bunun üzerinden propaganda yapmaktadırlar. Tüm iç ve dış ittifaklarla birleşip Kürtleri yeryüzünden silmeye çalışıyorlar. Kürtlerle aynı dinden olduklarını, evlilikler yaptıklarını, aynı yerde askerlik yaptıklarını, birlikte okuduklarını söylüyorlar ama bunu yaparken de inanılmaz bir şekilde Kürt kelimesini kullanmamaya çalışıyorlar. Mecbur kalmadıkça Kürt kelimesini kullanmıyorlar. Kürtler halen anadilinde eğitim hakkından mahrum. Korkunç bir demogoji, büyük bir insanlık suçu işleniyor. Bu tamamen komplike bir soykırım projesidir. Fiziksel olarak katledemediklerini de düşünsel ve kültürel olarak katlediyorlar.
Önder Apo kapsamlı olarak yazdığı son savunmasında ‘Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak’ dedi. Kürtlere karşı kayıtsız şartsız bir asimilasyon politikası uygulanmaktadır. Kreşten tutalım bütün eğitim sistemlerine tek dil dayatılıyor. Televizyonları bütün evlere girmiş ve bununla asimilasyon müthiş bir hız ile yayılıyor. Kürtler tarihlerinden, kültürlerinden, yaşam tarzlarından, topraklarından kopartılıyor. Kürtlerin nüfusunun yarısından fazlası bugün Türkiye metropollerine dağılmış durumdadır. Bir halk ancak bu şekilde dağıtılabilir. Bu soykırım projesinin bir ayağı da toplumu dağıtmaktır. Bu da toplum kırımdır. Bir yandan topraklarından sürüyor bir yandan metropole, Avrupa’ya sevk ediyor. Aç bırakıyor, işsiz bırakıyor bir yandan da ajan faaliyetleri yürütüyor, psikolojik savaş yöntemlerini uyguluyor. Yine uyuşturucuyu yaygınlaştırıyor. Adeta Kürtlerden tarihsel bir intikam alıyor. ‘Madem siz gerillaya katılıyor, mücadele yürütüyor, direniyorsunuz ve Türk olmayı kabul etmiyorsunuz, o zaman ben de sizi insanlıktan çıkartırım’ diyor. Devletin projesi, desteği olmadan fuhuş, uyuşturucu Kürdistan’da bu kadar yayılmaz. Kürtler halen doğal, neolitik toplum özelliklerini koruyarak yaşayan bir halktır, yani fuhuş ve uyuşturucuya yabancı bir halktır. Şimdi Kürdistan’da bunlar hızla yayılmaktadır. Bu da devletin denetim ve gözetiminde gerçekleşmektedir. Kürt halkı dini kültürel olarak yaşayan bir halktır. Bağnaz değillerdir. Başka halklara ve dinler karşı değillerdir. Ama Türk devleti Hizbullah gibi hareketleri denetime alarak bunlar üzerinden özgürlükçü Kürt halkına saldırmaktadır. Bununla Kürtleri içerden parçalamayı, birbirine kırdırmayı, düşmanlaştırmayı hedefliyor. Bunu Başur’da yapıyor, Rojava’da yapmaya çalışıyor. Suriye’deki DAIŞ, El Nusra gibi bütün grupları işgal edilen bölgelerde toplayıp örgütlüyor, eğitiyor ve Kürtlerin üzerine salıyor. Bütün dünya, Arap ülkeleri de dahil bu çetelerden ellerini çekmişler ve Erdoğan hepsini etrafına toplamış. Bunun için de acele ediyor. Bu acele ile gidip; ‘Emevi camiinde namaz kılacağım, nasıl olsa Beşar devrilecek. Kürtleri de ben yok edeceğim ve orada etkinlik kurarım’ diyor. Hesapları buydu. Baktı olmadı ama yine de çeteleri elden bırakmadı. Şimdi de çeteler üzerinden daha çok Kürtlere saldırıyor. Zaten tek başına o kadar yeri işgal edemez. İşgal ettiği yerlerde Kürtleri çıkartıp yerine başka etnik grupları ve çeteleri yerleştiriyor. Yani Kuzey Kürdistan’da uyguladığı asimilasyon ve soykırım politikasını Rojava’da da uyguluyor. Yapabilirse işgal ettiği yerleri Türkiye’ye bağlayacak, yapamazsa da Kürtsüzleştirecek. Zaten bu temelde Suriye Rejimi ile Beşar Esat ile barışmak istediğini, anlaşmak istediğini dile getiriyor. Oysaki daha öncesinden Esat’ı zalim ilan etmişti. Bu tutmadı. Çünkü Rusya ve İran Suriye’ye sahip çıktı. Bu yüzden de şimdi de; ‘gelin birleşelim, bu Kürtleri ortadan kaldıralım’ diyor. Yine bu noktada Amerika QSD ile Kürtler ile ortak hareket ettiği için Amerika’ya öfke kusuyor. Rojava’ya girmek istiyor ve bu isteğini tüm dünyaya dayatıyor. Ukrayna savaşında bunu yaptı, İsveç ve Norveç NATO’ya aday olduğunda bunu yaptı. İsrail – Filistin savaşında da aynı şeyi yaptı. Yaşanan her durumu kendi lehine çevirmeye, yararlanmaya çalışıyor. Dünyanın dikkatleri başka bir yöne çevrilirken o da bu fırsattan yararlanarak Rojava’ya saldırmak istiyor. Rusya ile pazarlıkları bitmiyor. Aynı şekilde NATO ve Amerika ile de bu şekildedir. Adeta Amerika’nın boğazını sıkmış; ‘sen orada PKK ve YPG ile ortak çalışıyorsun’ diyor. Sonra da gelip onların denetiminde olan petrol kuyularını, elektrik santrallerini vuruyor. ‘Kürtlerle bir sorunum yok, ben terör ile uğraşıyorum’ diyerek tüm toplumu ve kesimleri manipüle etmeyi başarıyor. Açık ve net bir şekilde dünyanın gözleri önünde savaş suçu işliyor olmasına rağmen kimse buna ‘dur’ demiyor. Artık Kürt soykırımı, imhası çok açık bir şekilde dünyanın gözleri önünde gerçekleştiriliyor.
İmralı’da kuşatılan, işkence uygulanan Kürt halkıdır
Önder APO 25 yıldır İmralı’da ve izole edilmiş bir durumdadır. Önderliğin tüm haklarını ihlal edip yaşam hakkına saldırıyorlar. Oradaki koşullar, iklim bir insanın yaşamasına imkan tanımaz; çürütür, yok eder. Bırakalım oradaki yaşamı düzenlemeyi ya da AHİM’in aldığı kararları kendi hukuklarını da tanımıyor, yasalarını da uygulamıyorlar. Soykırım projesinin devamı olarak İmralı kıskaca alındı. Kıskaca alınan İmralı, susturulan İmralı, boğdurulmaya çalışan İmralı aslında Kürt ulusudur, Kürt halkıdır. Çünkü İmralı kendi başına bir oluşum değildir. İmralı’da kuşatılan, işkence uygulanan Kürt halkıdır. Önder APO Kürt halkının lideridir. Kürt halkı adına orada cezalandırılıyor. Tüm bu uygulamaların tarihine bakarsak ve bir ahlaki - hukuki çizgiden ele alırsak, bir düşünce ya da felsefik perspektif ile yaklaşırsak karşımıza tamamen soykırım ve imha manzarası çıkar. Bunu başka biçimde izah etmenin, yorumlamanın, açıklamada bulunmanın saptırmadan başka bir şey olmadığı bilinmelidir. Türkiye inkar ve saptırmada gerçekten de ustalaşmış durumdadır. İttihat Terakki’den bu yana bu sürdürülmektedir. Ermeniler katledildiği halde ve dünyada birçok parlamento bu katliam tanımlamasını kabul ettiği halde Türkler halen ‘sözde katliam’ demektedir. İnkar ediyor. Ermeni kavramı bir küfür bir hakaret olarak kullanılıyor. Kürtler ise ötekileştirilmiş, cahil, bilmez gibi aşağılama unsurları ile ele alınıyor. Kürtlerin nüfusu çoktur; coğrafyası büyük, dağınık ve geniştir bu yüzden yutamadılar. Ermeniler gibi olsaydı şimdi çoktan yutmuşlardı. Türkler tarih boyunca yaptıkları tüm katliamlarla övünmüştür. Gözünü hep işgal edeceği yeni alanlara dikmiştir. Şimdi de Halep’ten Musul’a kadar olan tüm toprağa göz dikmiş durumdadır. Bu alanları Türkiye’ye katmak istiyor.
Kürtlere karşı fiziksel, zihinsel ve kültürel soykırım uygulanmaktadır
Erdoğan şu anda sadece Kürtlere ve dış güçlere saldırmak ile yetinmiyor; Kemalizm’e de karşı, onlardan da intikam almak istiyor. Dikkat edersek, Türklük klasik milliyetçilikten, Kemalizm’den daha çok, İslam’a bulaştırılmıştır. Kenan Evren Türk – İslam sentezini resmileştirdi ama Erdoğan bunu oturttu, zirveleştirdi. İslam söylemleri kullansa da esasında Türk – İslam sentezidir. Diyanet kurumunu ele alırsak, bunu çok bariz bir şekilde göreceğiz. Örneğin Efrin işgali esnasında zafer hutbesini okuttu. Bir alan işgal ediliyor, insanlar bombalanıyor ve bunun için zafer hutbesi okunuyor. Din bu hali ile tamamen devletin denetimine girmiştir. Böyle bir din, İslam dini olabilir mi? Din de dahil bütün araçlar ve amaçlar Kürt soykırımın bir parçası haline getirilmiştir. Liberalizm ile diyaneti, tarikatları saptırıldılar; maddiyata bağladılar. Bunun sonucunda hepsi soykırım projesinin ayakları haline getirildiler. Hala camilerde Kürtçe hutbe okutmak yasaktır. Sağlık ile ilgili farklı dillerde açıklamalar yazılıyor ama Kürtçe kullanılması yasak. Diyanette yedi sekiz dilde yazılar yazılıyor ama Kürtçe yok. Türkiye nüfusunun neredeyse dörtte biri yani yirmi milyondan fazlası Kürt’tür. Kürt inkar edildiğinden resmi rakamlar yok ama Kürtlerin artan nüfusu göz önüne alındığında bu gerçeklik görülecektir. Ama halen okullarda ana dillerinde eğitim görememektedirler. Bu nasıl kardeşlik bu nasıl dindaşlık? Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası Kürtlerin Türkleri desteklemesinin, ayakta tutmasının karşılığı bu mudur? Mustafa Kemal Kürtlere özerklik vaadinde bulundu ama bu hiçbir zaman gerçekleşmediği gibi Kürtler hep yok sayıldı, katliamlara uğradı. Türkiye şu anda herkesle (Rusya, Yunanistan, Ermenistan, İsrail ve tarihi düşmanları da dahil Amerika, NATO, El Kaide, El Nusra, Arap ülkeleri, DAIŞ) ittifak içindedir. Kürtleri ezmek için herkes ile ittifak yapmaktadır. Kürtlere merhaba veren herkesi tehdit etmektedir. Erdoğan diplomatlarla yaptığı toplantıda onlara bizzat talimat verdi; ‘dostlarımızı çoğaltacağız, Kürtleri yok edeceğiz’ dedi. Oysaki Kürtler olmadan Cumhuriyeti kuramazlardı. O dönemde Türkiye’nin birçok yeri işgal altındaydı. Kürtlerin bu tarihi ortaklığının karşılığı bu mu olmalıydı? Tarihten silmek, yok etmek mi olmalıydı? Kürtler bir hak talebinde bulunduklarında otomatik olarak suçlu, bölücü, terörist olarak nitelendiriliyorlar. Şu anda Kürtlere karşı zulümde sınır tanınmıyor. Kürtlerin kendi anavatanlarında yaşamalarına, kültürlerine sahip çıkmalarına, kimliklerini kullanmalarına izin verilmiyor. Bu şekilde Kürtlere karşı hem fiziksel hem zihinsel hem de kültürel soykırım uygulanmaktadır.
Bu sınırsız katliamlar, sınırsız soykırım dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor. Kürtlere yapılanlar karşısında hukuk, adalet işlemiyor. Uluslararası politikada eşitlik adalet ve hukuk geçerli değil. Çıkarlar ve güç geçerli. O önde, o konuşuyor. Zaten bu dünya gerçekliği yüzünden Kürt halkı bu kadar eziliyor, inkar ediliyor, katliamlardan geçiriliyor. İnsanlığın adeta kapanmayan yarası haline gelmiş durumdadır. Dünya egemenleri isteseler Kürdistan sorununu yine Filistin – İsrail sorununu çok rahat çözerler. Ama buralar üzerinden bazı devletleri denetime alıyorlar. Bölgelere müdahale koşulları yaratıyor ve devletleri meşgul ederek kendilerine bağlıyorlar. İşte bu faturayı en fazla Kürt halkı ödüyor. Ortadoğu’da dört devlet arasında paylaşılmış. Bu kendiliğinden birden oluşan bir sonuç değil. Uluslararası güçlerin ittifakı sonucu açığa çıkan bir durumdur.
Türkiye özellikle NATO ittifakını kullanıyor. Rusya gibi ülkelerle çıkara dayalı işbirliğine giriyor. Bu mevcut devletler de adaleti ve özgürlüğü dert edinmiyor, yalnızca resmi belgelerde propaganda amaçlı bu kavramları kullanıyorlar. Efrîn göz önündedir. Rusya oranın hava sahasını Türklere açtı. Orada o kadar katliam oldu; bir gün bile Türk devletine orada neler olduğunu sormadı. Bu durumdan hiç rahatsız olmadı. Amerika, Trump Serikaniye’de Türklere hava sahasını açtı ve askerlerini geri çekti. Şimdi on binlerce insan çadırlarda yaşıyor. Verimli toprakları, mülkleri orada ve buralara başkaları yerleştirilmiş, kendileri ise dağılmış ve çadırlarda yaşamak zorundalar. Peki burada hangi adaletten söz edilebilir? Amerika, NATO, Arap Birliği, İslam Birliği ne yapıyorlar? Hepsi ya gözünü yumuyor ya da işbirliği yapıyor. Çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlar. Zaten günümüz dünyası kapitalizme dayalı çıkarlar dünyası durumundadır. Bunu Filistin örneğinde de görüyoruz. En azında Filistin’de bir kamuoyu oluştu, Arap dünyası medyada burada yaşananlara yer veriyor. Kürtler bundan da mahrum. Kürtlerin ne devletleri ne de ittifakları bulunuyor. Avrupa’nın deyimiyle ‘avukatsız, savunmasız’ bir halk.
Öyleyse Kürtlerin kendi kaderini belirlemesi, kendi savunmasını güçlendirmesi gerekmektedir. Kürt halkı her yerde ve tüm zamanlarda bu soykırım politikalarına karşı örgütlü, eğitimli yaklaşmalı; kendini dünya halklarına tanıtmalı, onlara ulaşmalıdır. Halklarla arasında bir köprü oluşturmalıdır. Mevcut devletlerle sorun çözülmez, ittifak kurulmaz. Onlarla da diyalog olabilir, ilişki geliştirebilir, tartışılır ama esas olan halklara ulaşmak ve birlik olmaktır. En önemlisi de Kürtlerin kendi içinde birliğini sağlamasıdır. Yoksa bu soykırım zinciri, katliamlar halkası devam eder. Türkiye’yi durduracak tek yol var; o da Kürtlerin güçlü ve örgütlü olmasıdır. Hitler’i durduran da buydu. Kızıl ordu onları önlerine katıp Berlin’e sürmeseydi kimse Hitler’i durduramazdı. Almanları zaten ruhen ve zihnen bitirmişti. Bugün de Erdoğan Türkiye’yi bitirmektedir. Toplumda ne vicdan ne de akıl bıraktı. Kimse ‘niye böyle bir savaş var, niye bitirilmiyor?’ diye sormuyor. ‘Niye bu kadar Kürt düşmanıyız?’ diye soran yok. Onlarca yılın kirli politikaları, propagandaları halkın beynini ve vicdanını uyuşturmuş, karartmış durumdadır. O yüzden Kürtlerin güç olmaktan ve örgütlü olmaktan başka yaşama şansları bulunmamaktadır.