Ateş Kız

Merhaba kızıl perçemli ateş kız, içi volkan gözleri kıvılcım. Ateş yalımı düşlerde büyüyen arayışçı...

Güneş kor ateşleriyle

Ufuk çizgisini tutuşturduğundan beri

Ucu bucağı yanık hayaller kurar

Ülkemin çocukları

Teni yanar

Saçları alev alır

Bir ateş yalar bedenleri

Kurşun kadar ağır sözler

Hançer kadar keskin

Duygular depreşir

Yüreklerinde ülkemin çocuklarının

Kendisine hayrı kalmamış umman

Niye tüter bağrında ülkemin

Bu gri duman

Ateş yalımı yüreğimizden gayri

Yoktur bize derman

Yanar ülkemin çocukları

Ter û taze bir kıvılcım misali

Yanar bu çocuklar

Cellâdın dar ağacını da yakar

Yanar bu ülkenin civanları

Yanar da kızıl kanını kristal kadehte

Bir dilek ağacına sunar

Yakar bu civanlar

Tanrının maskesini de yakar

Erir yalanın inşası yeminler

Yakarız itaatkârları

Küle döner buyurganlık

Ateştir tanrımız

Sönmeyeceğiz

İklimimiz yangındır bizim

Güneşi görür

Güneşi koklarız biz

Uçurum kıyılarında bir asi Rojbiniz

Yakarız kötülük adına ne varsa

Kıvılcımlarımız okşar soğuk mevsimleri

Demini almış bir ısıdır gülüşlerimiz

Tecavüzün iz sürdüğü zamanlarda

Buhar olur tüteriz

Göçeriz o mekândan

Bütün günahlardan sıyrılırcasına

Rojbin ırmağında yıkarcasına

Köhne çağları

Gözlerinin gölünde boğarcasına

Sancısında tarihin

Soylu ölmesini bilen

Çocuklar doğururcasına

Yakarak yaşar

Yanarak ölürüz biz

 

                            Sen Bir Vatana, Bir Aşka Ait Ateşsin

 

              Merhaba kızıl perçemli ateş kız, içi volkan gözleri kıvılcım. Ateş yalımı düşlerde büyüyen arayışçı.

              Merhaba hayalleri çığlık seli, kendisi eylem güzeli. Kürdistan’ın eli kınalı, Zagros’un edalı gelini.

              Merhaba hayatın kirli ırmaklarında kıyıya vuran yaralı kuş.

Merhaba kıyım çocuğu, eylem delisi kız.

Merhaba durgun dereler boyu hırçın dalga.

Merhaba türküsünü bir tek kendisi söyleyebilen.

Merhaba uçurumlarda ferman yazan güzel kadın.

Merhaba gözlerinde Dicle akan…

Merhaba yüzünde ülkesini taşıyan…

İşgalin orta yerinde asi, ezgisini dağlardan dağlara vuran.

Merhaba…

Sen bilirsin ki bu yola baş koyduğumuz gün yeminler içtik. Ömrümüze yıldız desenli, mavi renkli entariler biçtik. Ve dedik ki vatansız ve aşksız ölmeyeceğiz. Gitmeyeceğiz doruklara dokunmadan. Nal ve kılıç sesi coğrafyamızda dövüşmeden düşmeyeceğiz. Tanımı olmayan bir oyun oynattılar çocukluğumuza. Çağlayanlar bahşetmeden gençliğimize göçmeyeceğiz. Biliyoruz ki yaşlanmadan ana ve babamızdan önce öleceğiz ve biliyoruz ki vatanımız koynunda aşkla, kavgamıza iman yaptığımız bir sevdayla öleceğiz. Güzel yaşamak için öldüğümüz toprakta gül derecek çocuklar. Onlar güldükçe hep yeşereceğiz. İç çekerek, “ohhh aşk varmış” diyeceğiz. Serin bir ırmağı içimize akıtır gibi, bulutların üstünde süzülür gibi.

Asi arkadaşım, biliyorum ki biz isteğimizce, gönlümüzce yaşam şansı bulamadık. Bizim olan bir haritaya başka mühürler vurdular. Türkülerimize yurt bulamadık. Bu yüzden ömrümüzü başka yüreklerin türküsüne, şiirine katık yaptık. Biz günaha batmadık, kimsenin ömrünü çalmadık. Kendimizi aşkla adadık. Kayalara sinen bir öğreti kadar sağlam duruyor gülüşlerin ve o kadar çok şey söylüyor ki gözlerin, okudukça doyulmayan bir roman gibi bize öğrettiklerin. Güzel sesinle türküler söylemeni özlüyor yaylalar. Kar kıyıları, kuş yuvaları, yıldız öbekleri sevdana özeniyor.

Seni anlatmak Rojbin, gökyüzünü sağmaya benzer. Yağmurda ıslanmaya benzer. Ateşte yanmaya benzer seni anlatmak. Kavrulmuş, ağıtlar diyarı bir memleketi anlatmak gibidir seni anlatmak. Nefes nefese kahkaha dolu bir serüven gibisin. Çılgın, delidolu bir süvari. Boğazı yakıp ciğere yol alan ince bir duman. İnsanın içinde sızı bırakan bir ifadesizlik… Seni ancak ömrüne doymuş sarı yapraklar anlatabilir. Seni ancak bir ananın nasırlı elleri anlatabilir. Seni ancak tohuma gebe toprak anlatabilir. Seni gök kubbenin haşmeti ve yerkürenin merhameti anlatabilir ancak ve seni ancak sen anlatabilir…

Günlüğün var elimde. Okudukça ıslak sayfalar bırakıyorum arkada. Bir şahmeran resmi var kapağında. Gözleri seninkine benziyor. İhaneti uzağında bir bilgelik aşılıyor damarlara. Seni okuyorum ateş kız, o güzel yazına dokunuyorum. Bir zamanlar elinin değdiği sayfaları okuyorum uçurum kız…

Kızıl bir saç teli dökülmüş defterinin orta yerine. Saçlarını okşuyorum asi kız. Yere dağılmış saçlarını avuçladığımı hayal ediyorum. Yara almış bedenini düşündükçe yaralanıyorum. Kanıyor anılar. Seninle Hakkari, Çukurca yaylalarında yürüdüğümüzde ayaklarımızın dibinde uçup giden kekliklerin içimize doldurduğu aynı ürperti yerleşiyor göğüs kafesime. Tıpkı keklik yavruları gibi dağılıyor metanetim. Bir daha olmayacak bir yuva yanıyor içimde. Samura’da yıkandığımız o buz gibi sular bile söndüremiyor, serinletmiyor bu yangını. Hasret gidermenin tek yolu seni okumak. Yazdıklarınla iç dünyana dalmak. Bütün ülkeyi baştan sona dolaşmak ve diyorsun ki;

 

Memleket Hasreti

Yangın yürekli insanların memleketi burası. Ay gülüşlü çocukları, eli hamurlu, gözleri yaşlı acılı anaları olan. Volkandır genç yürekler. İsyan kokan dağları, asi nehirleri vardır. Boyun eğmeyi bilmez uçurumları. Ve uçurum yüreklidir oğulları ve kızları. Adı yasak, dili yasak, tarihi çalınmıştır memleketimin. Bu nedenle hep direnişlerle andırmıştır adını. Burası benim memleketim, yurdum, evim. Burası Kürdistan.

Evet, ben Kürdistanlıyım. Görmedim köyümü, içmedim hiç suyundan. Ama anamın anılarında çoraplarını boyayan sarı çiçeklere özlem duydum hep. Beton yığınları arasına hapsederken çocukluğumu, gençliğimi babamın kar ile oynadığı, tezek yakarak ısındığı geçit vermez dağları olan ülkemi aradım. Göremediğim yerin hasretini taşıdım yüreğimde. Şehirli sanmıştık kendimizi, beton yığınlarına ait sanmıştık. Oysa içimizde hep bir şeylerin boşluğunu taşıdık. Buraya ait değilim burukluğu vardı içimizde. Ait olmasına ait değildik de buralara, ait olduğumuz yer neresiydi? Bu soruyla geçti çocukluğum. Cevabını aradım yıllarca. Evet, kimliğimde bir il ismi yazıyordu. İsminden öte bir şeydi aradığım. Ben nereye aidim, ait olduğum yerde kışlar nasıl yaşanır? Dostluklar nasıl gelişir, nasıl ekmek yapar kadınlar? Ben Serhatlıyım, Tendürek kadar başı dik, Ararat kadar isyankârdır ruhum. Dersimliyim Munzur kadar coşkundur beynim. Botanlıyım, Gabar, Kato, Cudi kadar serhildandır sesim. Zagrosluyum, Avaşin kadar berrak, Cilo kadar asi, Çarçela kadar çetindir yüreğim. Hiç görmemiş olsam da kanımıza işlemiş asilik. Serde isyan vardır. Bu nedenledir beynimize çekilmeyen sınırlar. Bu nedenledir hiçbir duvar ayakta tutamaz kendini.

Şimdi Zagroslardayım, Serhat’ın hasreti, Botan’ın özlemiyle seviyorum bastığım toprağı. İçimde yanan ateşi sularıyla söndürüyorum. Her gün, her yeni gün yine yeniden sevdalanıyorum dağlarıma. Hasretim zulamda arşınlıyorum patikaları omzumda bin yılların yüküyle.

Burası Kürdistan aşklar bile başka yaşanır benim ülkemde. Kim demiş sevmesini bilmediğimizi? Mem û Zinlerimiz, Derwiş ile Adulêlerimiz, Xecê ile Siyabentlerimiz vardır aşka anlam katan. Kim demiş bilmediğimizi yaşamayı? Semalarımız, Viyanlarımız, Zilanlarımız vardır, kendi küllerinden kendini yeniden yeniden doğuran… Bizler bu toprağın, suyun ve dağların çocuklarıyız. Dağlar emzirmiştir bizi. Bu nedenle inatla akar damarlarımızda kan. Bu nedenledir uçurum yüreklidir kızlarımız, oğullarımız. Sevdamızı kavgamıza, onurumuzu namlumuza emanet etmişiz. Sözümüz namusumuzdur bizim. Bu yüzden biliriz namusumuza sahip çıkmasını. Dağlarımız kadar diktir başımız. Teslimiyeti kaldırmaz yüreğimiz. Bu yüzden özgürlük için yaşamasını da biliriz, ölmesini de…

  1. 8. 2010 ”

Evet güzel arkadaşım sen boylu boyunca ülken oluyor, ülken gibi kokuyorsun. Özgürlüğe dokunan bir yüreğin olduğu için uğruna ölecek kadar, ateşlerde yanacak kadar seviyorsun. Büyülü bir hasretin eşiğinde dağlarına ve nehirlerine benziyorsun. Belki hep uzaktın, yabancı büyüdün. Ama özlemin yakındı Serhat’a. Yerli bir vefa vardı iç dünyanda. Kaybolmadın asimilasyon girdabı metropol sokaklarında. Buldun kendini eninde sonunda insanın en çok kendisini kaybettiği bir zaman aralığında. İstanbul’un yabancı öyküleri sinmedi içine. Bu yüzden hep aradın kendini, ait olduğun memleketi, seni de içinde saklayan aşk öykülerini.

Heval Rojbin bin bir arayış içine girip kendini bulmaya çalışan asi bir Kürt kızı olarak büyüdü. Kürtlüğün silindiği çetrefilli sokaklardan geçti. Gün geldi arayışlarına cevap bulamadığı dünyada karanlık boşluklara düştü. Kazandığı makine mühendisliği bölümünü okurken, ailesinden uzak yaşadığı süreç içerisinde yüzlerce badire atlattı. Arayışlarının peşinden sürüklendikçe yüzlerce hayat karesine takıldı gözleri. O hep bir şeylerin yolunda gitmediğine, yaşamın böylesi bir çirkefte ele ayağa düşmemesi gerektiğine inanandı. Birçok şeyin yalan maskelerle örtüldüğünü yaşayarak öğrendi. Aldatıcı sistem düzenbazlığında evcilikler yalandı. Aşklar sakattı. Sevgiler sahte. Ülkesinden uzak her günü bir katliama gebeydi. Katledilen çocukça duygular temiz yarınlardı. İnsan ait olmadığı bir yerde kendisini tarihsiz ve geleceksiz hisseder. En lüks koşullarda bile kendisini hep eksik hisseder. Bir yanı hep yarım kalır insanın. Değerler terk eder, büyük gedikler açılır insanın beyninde. Değersizlik, boşluk, hiçlik, sevgisizlik gibi duygular yüce hayaller kurmayı engeller. Eğer bir kırıntı kadar asalet varsa insanda, kendisinin olmadığı her mekânda annesini, ülkesini özler. Geçmişini merak eder, geleceğine dair hayaller biriktirir. Bu tuzakta sistem girdabından kurtulmasını bilen insan en yakıcı derslerden geçer. Bu yüzden “ben kimim” diye sorabildi Rojbin.

Bu soru bazen en statik hayatları bile değiştirebilir. Tarihte bir gezintiye çıkartabilir. Doğa ile koyun koyuna yatırabilir. Kapkara bir boşluktan, masmavi bir sonsuzluğa yol aldırtabilir. Yeter ki “ben kimim” diye sorabilsin insan. “Ben Kürdistanlıyım” diye cevap bulmuş Rojbin. Hem de onca acı ve ızdıraptan sonra. Polisin her türlü işkencesinden sonra inanın ki acıdan geçmeyen, öfkeyle demlenmeyen hiçbir hayat gerçekçi değildir. Acıyı bilmeyen, sevgiler peşinde koşmaz. Çirkine öfkelenmeyen güzellikler yaratamaz. Önemli olan kanmamak ve aramaktan caymamak. Rojbin aramayı göze alan, yoluna çıkan zorluklarla boğuşan, yara alan ama pes etmeyen bir çılgındı. Arayışlarının peşinde mutlaka doğruya ulaşmanın umudu olduğu için koştu. Bu asi, cesur kızı yaşama bağlayan her şey hayatını kurtarabileceği bir meslek sahibi olmak değildi. Daha büyük hayaller, daha geniş ufuklar olduğunu bildi hep.

Herkes onun okul başarıları, zekâsıyla övünürken onun gözleri kocaman bir hayalin çerçevesi olurdu. Küçük dünyalara hapsolmayacak kadar gezgindir ruhu. Küçük sularda boğulmayacak kadar direngendi polislerin kırdığı her iki kolu. İşgale gelmezdi düşleri. İstila edilemezdi benliği, o güzel yüzü hep tanıdık bir coğrafya arayıp durdu. Kendisini ifade edecek bir zaman peşindeydi o. Yoğun arayışlarının sürdüğü yıllarda devrime dair kıpırtılar hissetti yüreğinde. Ülkesinden uzak, köküne yabancı olmanın dayatıldığı yıllarda “siz nerelisiniz?” diye sorulduğunda biraz duraksayıp “Güneydoğuluyum” diye verdiği cevap ona o kadar yabancı geliyordu ki, neresiydi Güneydoğu? Haritalar hiçbir gerçeği açığa vuramayacak kadar ham ve toydu. Kimliğin tanım getiremediği bir yitirilmişlik vardı her köşe başında. Türk soluna katıldığında kimliğini bulur sanmıştı. Bu yüzden hiçbir zahmete katlanmaktan çekinmedi, dağlara gitti. Kendisinin olmadığı dağlara…

Savaştı, yaralandı, tutuklandı. “Özgür yarınlar için değer” dedi. Kardeşlik istedi. Savaşmak kaybolmaya yeğlenir bir hukuk olmuştu onda. Birçok arkadaşı Türk’tü. O ise bir Güneydoğulu. Bu gençler konuşunca dünya kendiliğinden fethediliyordu. Ama Rojbin başını dışarı uzattığında fistanı içinde kaybolmuş bir kadın dileniyordu. Her toplantıda Marksizm emperyalizmi yeniyordu. Ama Somali’de, Etiyopya’da çocuklar açlıktan ölüyordu, haber bültenleri Amerika’nın işgallerini anlatıyordu. Günde kaç kadının tecavüze uğradığını aktarıyordu bir anket. Kısacası kötülüğü yenmek için yürekli ve cesur sözler söylemek yetmiyordu. Daha uzun soluklu, daha radikal, daha gerçekçi olmanın zamanı gelmişti. Arayışlarının sonuçlarına tek başına katlanmayı düşünse de gerçek öyle değildi. Çok ağlattı annesini. Çok beklediler ve çok özlediler onu sevenler. Ailesi yolunu kendisi bulsun, eninde sonunda doğru yola girer diye karışmadı ona. Kaybolup çıkmasına alıştılar zamanla. Ama gün geldi annesi ağlayarak mektuplar yazdı ona;

“Kuzum, ilk göz ağrım neredesin? Yollarda kaldı gözlerim. O güzel gözlerini, kokunu özledim. Neredeysen gel artık. Ana yüreği kaldırmıyor bu ayrılık ve özlemi. Gel kuzum, koynumda yatıram seni. Ağlatma şu yolunu gözleyen ananı. Ya da yerini söyle ben gelem.”

Rojbin ise çok uzaklardaydı. Yolunu, kişiliğini, kimliğini, yurdunu, kendini ve ait olduğu zaman ve mekânın eşiğinde. Özüne yakın olmanın tek yolu uzaklaşmaktı onu ifade etmeyen her şeyden. Bulduğu yeni yolda yeni kimlik bilgilerine ulaştı. Artık o bir Güneydoğulu değildi. Kürt ve Kürdistanlıydı. Omzundan bir yük kalkmış gibi hafif hissediyordu kendini ve hiçbir zaman bu kadar gerçek hissetmemişti kendisini. Varsın belalı bir kimlik bulsundu. Varsın ateşten bir yurt olsundu. Sonuçta gerçek buydu. Bu her türlü kimliksizlikten ve ülkesizlikten bin kat daha iyiydi. Nesnel olmanın dünyasından kapıyı çarparak ayrıldığı günden bu yana kendini bir özne gibi hissediyor, durduk yere her şeye gülümsüyordu.

“Özgürlük bu olsa gerek” deyip ülkesine yol aldı, gerçek yurduna...

Yemin etti, aşksız ve vatansız ölmeyecekti. Annesi ve kız kardeşi Deniz’i de bu duygularla tanıştırmalıydı. Onlar da bu mutluluğu tatmalıydı ve kısa bir sürede bunu başardı. Deniz ile aynı davanın yoldaşı, PKK militanı oldular. Sokakta eylemci, çılgın birer molotofçu ve ailelerinin onlarla gurur duymasına kadar ilerlediler. Her zamandan daha çok sevdiler annelerini. Anneleri barış anası oldu ve uzun evrimli ayrılıklar, özlemler bir yemin kadar kutsallaştı sinelerinde.

Rojbin 2004 yılında dağlara geldi. Her geçen gün annesini daha çok sevdi ve sevgisini her fırsatta günlük defterine yazdı.

“Anam,

Yüz yılların kederiyle yoğrulan ve her daim ülke kokan nasırlı ellerinle yoğurduğun kişi benim. Annem, umutlarınla beslediğin ve sütüne, gözyaşına katarak büyüttüğün kız benim.  Senin kederli yüreğinde bana dair yerleştirdiğin hayallere cevap olamadım. Yani kızın hayırsız çıktı. Oysa benim hayallerim beni ve seni aşacak kadar büyüktü. Sen hiç fark etmedin. Fark etmekten korktun. Son zamanlarda her yolum sana çıkıyor. Her şarkıda seni hatırlamak güzel. Ve ben ana kucağı diye kendimi kucağına attığım ülke toprağının bin yıllık esaretine cevap olmaya çalışıyorum. Seni görüyorum kutsal Mezopotamya’da. Seni görüyorum her gözü yaşlı anada. Seni görüyorum mücadelemin en çetin anında. Toprağa kavuşacağım gün sana da kavuşacağım. Korkuyorsan, korkma.

Ağlama, korkma ki güç almasın çiyanlar. Öyle bir dur ki çakalların karşısında ölüm bile utansın senden. Tilili çek nefesin yettiğince. Bağır, haykır alçağın yüzüne “yıkılmayacağız” diye. Ben senin kızınım ve sen benim annemsin.

Bunu asla unutma.

  1. 9. 2010”

Evet, bu yazının üstünden 1 yıl geçmesine günler kala Rojbin toprağa kavuştu. Yani annesine. Ve annesi Rojbin’in bu yazısından habersiz isyankar bir haykırış oldu. İntikam yeminleri içti. Canilere lanet okudu. “Kızımla gurur duyuyorum, onun davası benim de davamdır” deyip bizi de gururlandırdı. Heval Rojbin bazen gülerek “benim annem benden sonra militan olmuş” derdi. Biz espri sanırdık. Bunun gerçek olduğunu anasının en zor anında gördük. Gözün aydın Rojbin, ölüm utandı annenden. Korkmadı hiçbir çiyandan annen. Ağlamadı ve güç vermedi çakallara. Yeminler içti yoluna, davana devam edeceğine dair. Ananın yemini bizim de yeminimiz oldu. Gözün kalmasın arkada, biz güveniyoruz düşman karşısında göğsünü cennet bahçesi gibi açan analarımıza. Ve biliyoruz ki ananın her yoldaşının gözünde seni görür. Tıpkı bütün yoldaşlarının ananı kendi anaları sayması gibi. İstesek de öykülerimizi bölüştüremeyiz. Ülkemiz bizim öz annemiz ve her anne şu gerilla yüreğinde ülkemizdir. Biz anamızı bırakmadık. O bizi asla bırakmaz.

Ve sen volkan yürekli anne, gurur duymakta milyon kere haklısın. Ve sen Deniz, yani Heval Axin Rojbin’in peşinden gelmekle hayatının en anlamlı adımını attın. Heval Rojbin senden gelen mektubu okurken sevincinden ağladı. O mektubu defalarca okudu. Sen mektupta “sıramı aldın, benden önce davrandın” diye yazmıştın. Heval Rojbin de oturup mektubuna cevap yazdı; “hayır, canım kardeşim, güzel Hevalim sıran hala yerinde duruyor. Ben kendi sıramda geldim. Senin bana dair bilmediklerin ve benim sana anlatamadıklarım vardı. Neyse senden haber aldığım için o kadar mutluyum ki, bunu anlatamam” diye uzayıp giden ve yılların hasretini içine akıttığı bir mektup yazdı. En son cebinde taşıdığı ve kendisiyle eylem yerine bile götürdüğü günlüğünü de sizlere yazıyordu.

Ceylan gözlü Axin belki o mektup hiç ulaşmayacak sana, belki hiç dokunmayacaksın o deftere. Ama bil ki Rojbin zaten senin içinde. Yanında olmayı, Rojbin’in gerilla halini sana anlatmayı Zagros anılarını paylaşmayı ve acıyan yüreğine kendi yüreğimizden bir parça koymayı ne çok isterdik bir bilsen. Bir nefes kadar yakınımızda olan, sarılıp beraber yıldızları seyrettiğimiz kocaman gözlü arkadaşımızı anlatmak isterdik. O hiçbir zaman sözünü bizden sakınmadı, biz de senden sakınmak istemeyiz sözümüzü. Sen Rojbin’den bize kalan emanetsin. İnsan kardeşini gözü gibi korur, ama yoldaş her zaman gözbebeğimizdir bizim.

Ah biz dağlılar anlatamayız sevgimizi. Dile gelirse sihri bozulur diye korkuyoruz. Özlemlerimizi yıllansın diye içimizde saklarız. Çengel çengel ciğerimize asarız hasretlerimizi. Hiç dile gelmemiş aşkların yuvasıdır kalbimiz. Sanırsam gerilla olmak böyle bir şey. Dağın öğrettiği bir asalettir belki de. Çok eskilerden beri ne söylediğimize değil, nasıl yaşadığımıza bakılır. Bu yüzden çok severiz yaşamı. Hem de hiçbir şey söylemeden, uğruna ölecek kadar.

Biliyoruz ki son sözümüzü söylemezsek de anlar bizi sevgili diye koynumuza aldığımız bu yaşam. Bir çift göz düşün Axin, gökyüzüne kilitli kalmış. Az önce bulutların kayıp gittiği yere takılı kalmış bir çift göz. Maviliklerde kanatlanan o bakışları düşle ve yüreğinin umudunu sal maviliklere. Denizi her izlediğinde, kırlangıçlar her uçtuğunda ve martılar her çığlık attığında o bakışları hatırla. Gökyüzüne dönük gülümseyen o simadan ayrılma. Onu yüreğinde dağlı bir sır gibi sakla. İnan o gökyüzünden hep bakıyordur sana. Geceleri o gözlerin niyetine iki parlak yıldız seç kendine. İnan ki onlar her gece çağıracaktır seni. Ve bil ki yavaş yavaş anlatacaktır o gözler öyküsünü. Çarçela’ya nasıl vurulduğunu, Zagros’un yaralarını nasıl sardığını, dağın her mevsiminde kendini tekrar tekrar nasıl yeniden yarattığını, her eylemde silahına nasıl sarılıp delice zılgıtlar eşliğinde savaştığını. Yoldaşlarını şehit vermenin o tarifsiz sızısını. Yaralı bir arkadaşını sırtlayıp ateşin ortasından çıkartmanın o yüce duygusunu, bir yorgunluktan sonra demli bir çay tadını. Doğanın ona kattığı o eşsiz huzuru, yoldaşlığın hiçbir şeye değiştirilemez ve yerine hiçbir şey konulamaz derya gibi sevgisini…

Gece yürümenin serin esintisini, içine dalan dostluklara sırt dönülmeyeceğini. Dünyayı güzel bir yer yapmak için nasıl didinip durduğunu, bunun için yaşadığı eylem coşkusunu. O adanın, Marmara’nın ve İmralı’nın yüreğini nasıl burktuğunu, kendini nasıl borçlu hissedip insanlıktan nasibini almamışlara karşı nasıl intikamla dolduğunu anlatacaktır. Yeter ki sen gözünü ayırma gökyüzünden ve yıldızlara yerleşmiş o bakışlardan. Duyarsın dağın, rüzgârın, yağmurun mevsimlerin sesini. Bak ne diyor o mağrur ve gururlu ablan, sevmeyen doymayan her an’a gülüşüyle hakkını veren.

 

“Sonbahar

Evet bir sonbahar daha sona eriyor. Nedendir bilmem ama çocukluğumdan beri sevdiğim mevsim bu. Yani sonbahar. Yaprakların sararıp suya düşmesi ve başlayan yağmurlar hep hoşuma gitti. Hele bir de dağdaysan ve tanık oluyorsan dört mevsim tabiat ananın farklı rengine daha da güzel oluyor. Sadece sonbahar değil, tüm mevsimler farklı farklı coşku dolduruyor içine. Seviyorum burada olmayı. Bir de anlatabilseydim seni, yani heyecanımı ve herkes anlasaydı keşke. Evet, yıllar geçti, ama hala heyecanlanıyorum. Etrafıma baktıkça cennet denilen şey burası olsa gerek diyorum. Dağlar öyle bir açmış ki kollarını yiğitlere korkuların uçup gidiyor bir anda. Kartalların, dağ keçilerinin seninle yoldaş olduğunu, sana göz kulak olduğunu biliyorsun. Bu öyle bir his ki seni tüm tehlikelerden korumak için göğsüne bastıran ananın koynunda hissediyorsun kendini. Yani seni tüm fırtınalardan koruyan bir limandasın. İşte bu yüzden korkmuyor insan ve bu yüzden için rahat uyanıyorsun her sabah. Toprak ana ise her gün farklı bir güzellikle günaydın diyor sana. Günaydın ey hayat ve günaydın tüm sevdiklerim, günaydın toprağa kavuşan sevdalılar.

  1. 11. 2010”

 

 

Günaydın yüzü aydın kız,

Günaydın dağların perisi,

Günaydın ana diye dağın eteğine sarılan,

Günaydın bütün günahlardan özgür bir gülüşle intikam alan,

Bu Serhatlı güzel kızın öyküsünü dağlara emanet etmek bir ülkeye, bir aşka dokunmak gibi bir şey. Sen küllerini savuran bir aşkın tohumu olarak kendini ülkenin kalbine serptin. Yeşereceksin, mülayim bir koku salacaksın seni sevenlerin nefesine. Dikenlerin batacak vahşet doğuranların yüreğine. Ve sen hafızamızda akıllı, sağduyulu, örgütleyici, inisiyatifli ve ciddi bir komutan olarak kalacaksın. Pes etmeyen yanın bizimle olacak. Seni hatırladıkça senin gibi iddialı ve aktif olacağız. Başarı hırsının nefesi kesilmeyecek biz varoldukça. Alçakgönüllü, felsefik tartışmalarını anımsadıkça sevgiden vazgeçmeyeceğiz.

Heval Rojbin, Kandil, Şehit Beritan Özgür Kadın Akademisi, Anayasa komisyonu, PAJK şube eğitimi gibi çalışmalarda yerini alıp 8 yılını da çok sevdiği Zagros’ta geçirdi. Katıldığı her çalışmaya kattığı ve çalışmadan aldığı büyük bir güç oldu. O her koşulda güzel bir yoldaş olup zorlukların üstesinden gelebildi. Yolu nereye düşse hep Zagros’a özlem duydu. Tekrar dönmeyi hayal etti ve hayallerini gerçekleştirdi. Tekrar döndü. Rahime, Serdar, Rojbin, Melsa ve daha adını sayamayacak kadar çok arkadaşını o topraklara vermişti. Elinin ve yüreğinin kopmadığı o topraklara döndü her defasında. Ve şimdi o isyankar bir çığlıktır Zagros dağlarında.